Ülkemizde yapılan toplumsal cinsiyet ayrımcılığı göz önünde bulundurulduğu zaman, erkek egemenliğinin baskın olduğu katı bir toplumsal yapı göstermektedir. Bu katı toplumsal yapı, konuşulması ve tartışılması yazılı olarak olmasa bile teamüli olarak birçok konunun konuşulmasını engelleyici bir etki doğurmaktadır.
Toplumda bireylere biçilen roller vardır ve her birey kendisine biçilen bu roller doğrultusunda hareket etmelidir. Bu rollerin dışında hareket etmeyi göz önünde bulunduranlar bile toplum tarafından dışlanır. Bu dışlanma potansiyeli ise bireyi korkularının yönlendirmesinin kapısını açar. Toplum tarafından dışlanmaktan korkmasına rağmen yapmak istediklerinden vazgeçemeyen birey, isteklerini kapalı kapılar ardında gerçekleştirmekten kendini alıkoyamaz. Ve bu durum kanımca kişinin kendi kendisine yalan söylemesinden, kendi kendisini kandırmasından başka bir şey değildir. Toplumun bireylere yüklediği bu roller aynı zamanda kişiler arasında ayrımlara da sebebiyet verir. Bu ayrımların en çok bilineni ise kadın ve erkek arasındaki cinsiyet ayrımıdır. Araştırmacılar, bu cinsiyet ayrımınu “toplumsal cinsiyet” kavramı ile açıklamaktadırlar.
Toplumsal cinsiyet nedir?
Toplumsal cinsiyet; farklı kültürde, tarihin farklı anlarında ve farklı coğrafyalarda kadınlara ve erkeklere toplumsal olarak yüklenen roller ve sorumlulukları ifade eder. Kısaca, sosyal yönden kadın ve erkeğe verilen roller, sorumluluklar olarak tanımlanır. Kız ya da erkek olarak doğmuş olmak, insana herhangi bir üstünlük ya da aşağılık sağlamaz. Bu farklılık fizyolojik ve biyolojik yapılardan kaynaklanan farklılıklardan başka bir şey değildir. Bu basit genetik farklılık dışındaki tüm olgular, bireylerin üzerine toplum tarafından yüklenir.
Toplumun doğumdan itibaren bireylerin üzerine yüklediği bu olgular sebebiyle kadın ve erkek arasında toplumsal yaşama katılma ve sosyal yaşamda görünümleri açısından farklılıklar oluşmaya başlar. Bu farklılaşma, kadını evin duvarlarının içerisine iterken, erkeği ise dışarıya, dinamik yaşama sürüklemektedir. Ve bu durumda iki cinsiyet arasında; çalışma yaşamından ülke yönetimine, eğitime ve kamuyu ilgilendiren diğer alanlara kadar toplumsal bir cinsiyet eşitsizliğini doğurur. Oluşan bu eşitsizlik, iki cinsiyetin de sağlığını olumsuz yönde etkiler. Kadın ve erkeğe toplum tarafından roller biçilir ve her bireyin oluşturulan bu kalıplara uyması beklenir.
Türkiye, yapılan bu cinsiyet ayrımcılığı bakımından en köşeli ve katı kalıplara sahip olan ülkelerden bir tanesidir. Bu durum, kendi fikrime göre yüzyıllardır benimsenmiş olan ataerkil yapıdan kaynaklanmakdır. Bu ataerkil yapı, erkeği her türlü sosyal ortamda yüceltirken ve erkeğe her türlü hakkı sağlarken, kadına ise katı toplumsal ödevler yükler. Bu ödevlerle birlikte kadını nesneleştirir ve sınırlar.
Türk toplumunda kadının en önemli görevi analıktır. Anne olmanın yanı sıra kadın evin çekip çevrilmesinden, eşinin ve çocuklarının bakımından sorumludur. Bu sorumluluk tam zamanlı bir hal aldığında, kadını sosyal çalışma yaşamından sınırlar ve duvarların ardına iter. Dışarıda ne olduğunu bilmeyen kadın ise içgüdüsel olarak bilmediği dış yaşamdan korkar ve erkeğine daha bağlı hale gelir.
Kadınların toplumsal görünürlükleri, nesneleştirilmeleri bakımından belki de yapılan en büyük eşitsizlik, kadının üzerine yüklenmiş olan namus olgusudur. Ve bu namus olgusu, toplumumuzda kadın açısından cinsellik ile eş anlamlı tutulmaktadır ve kadını cinsel olarak tamamen kısıtlar. Oysaki cinsellik, kadın ya da erkek fark etmeden insanın biyolojik yapısından kaynaklanan yeme, içme, uyuma gibi ihtiyaçlardan daha fazlası değildir.
Cinsellik, bizim ülkemizde kadın açısından bir ihtiyaç olarak görülmez. Cinsellik erkek açısından zorunlu bir ihtiyaçken, kadın açısından ileriki zamanlarda yükleneceği bir ödevden daha öte bir anlam taşıyamaz. Eğer kadın bunu bir ödevden farklı olarak biyolojik bir ihtiyaç olarak görürse, namus olgusunu üzerinde taşıyamadığından dolayı yaftalanır ve toplum tarafından dışlanır. Bu yaftalama Türkiye’nin en büyük tabularından birini doğurur.
Türk Kadını ve cinsellik
Cinsellik Türk kadınının en büyük tabusudur. Ve üstelik bu tabunun bu kadar büyük etkiye sahip olmasının en büyük nedeni, yine kadının kendisidir. Çoğu bölgemizde, bırakın ulu orta konuşulmayı, kapalı kapılar ardında kendi hemcinslerimiz arasında bile konuşulması ayıplanma sebebi olan bir konudur cinsellik.
Okullarda cinsellik hakkında herhangi bir eğitim verilmez. Bu eğitim eksikliği, kadının cinselliği bir ihtiyaçtan çok, bir ödev olarak görmesini daha çok pekiştirir. Gelişen teknolojinin sonucu olarak araştırma yapılacak çevrimiçi kaynakları saymazsak, kadın cinselliği ancak evlendikten sonra kocasından öğrenebilir. Cinsellik, kadın açısından beş bilinmeyenli bir denklemden farksızdır. Fakat gelişen modern dünyanın etkileri ile Türk kadını için de değişmeye başlayan cinsellik olgusu, katı toplumsal yapı sebebiyle net bir şekilde ortaya konamamaktadır. Kadınların cinsel anlamda özgür olma isteklerinin gün geçtikçe artmasına rağmen; bu istekleri, her denemelerinde esnemez toplumsal sınırlarla karşılaştığından bir yasakmış gibi yansıtılmıştır. Oysa kadının da canlıların biyolojik yapısından kaynaklanan bu ihtiyacını karşılamak istemesinden daha doğal bir istek olamaz. Toplum ve ihtiyaçları arasında sıkışıp kalan kadın, kendince bu soruna bir çözüm bularak cinselliğini kapalı kapılar ardında yaşamaya başlamıştır.
Türk kadınının cinsellik konusunda özgürlüğünü kazanmakta güçlük çekmesinin bir nedeni de yine toplum tarafından kadının masumiyeti ile bir tutulan bekaret olgusudur. Çoğu kadın, evlilikten önce sahip olunan aktif bir cinsel yaşamla birlikte masumiyetlerinin de kaybolduğuna inanmaktadırlar. Kaybedildiği düşünülen masumiyetin, kimin için önem arz ettiği de başka bir tartışma konusudur…
Kadın, cinsel birleşmeden sonra neden masumiyetini kaybettiğini düşünür?
Ne yazık ki bizim toplumumuzda kadın evlilik öncesi yaşadığı cinsel birleşmede masumiyetini kaybettiğini düşünür ve erkeklerin gözünde artık değersiz olacağını hisseder. Kadın tarafından hissedilen bu değersizlik ve aşağılık kompleksi, sürekli olarak kendini hep kaybeden taraf, hep mağdur olan taraf olarak görmesine neden olur.
Kadın hiçbir zaman kendisini kullanan taraf olarak görmez, her zaman kullanılan taraftır. Oysaki cinsellik söz konusu olduğunda, kullanan ya da kullanılan herhangi bir taraf ya da üstün olan bir taraf yoktur. Kadın ve erkek cinsellikte eşittir. Ama kadın sosyal yaşamda kendisini erkeğe eşit olarak görme algısından yoksun olduğunda, konu dönüp dolaşıp yatak odasına geldiğinde kendisini hep aşağıda görmektedir. Fakat kadın, kendi yarattığı bu eşitsizliği sesli bir şekilde itiraf edemediğinden, duygularını bahane ederek kendini ezilen taraf olarak gösterir ve karşı tarafta bir suçlu psikolojisi yaratmaya çalışır. Kendisini hep üzülen, kandırılan taraf olarak gösterir. Kendine bir girdap yaratır ve o girdabın içerisinde yine kendisi sürüklenir. Ortaya çıkan bu durum, kadının kurtulmak ve kendisini temize çıkarmak için sarf etmiş olduğu boş bir efordan fazlası değildir. Türk kadını kendisini sosyal yaşamda erkek ile eşit düzeyde görmediği sürece, cinselliğini de kapalı kapılar ardında yaşamaya mecburdur.