Yalan, üzerinde uzlaşılabileceği üzere, yadsıyıcı, olumsuz bir tavırdır. Ama bu olumsuzlama bilincin kendisine değil, yalnızca aşkın olana yöneliktir. Gerçekten de yalanın özü, yalancının gizlediği hakikatin tümüyle farkında olmasını gerektirir. İnsan bilmediği bir şey hakkında yalan söylemez.
Hayatta herkesi aldatmak mümkündür.
Zeka yönünden en fakirimizden tutun bir dahiye kadar herkesi bir yalana inandırabiliriz. Yeter ki kurgumuz içerisindeki öğeler ve zamanlamalar tutarlı olsun. Tabii bir de her birini yaşam boyunca aklımızda tutacak kadar iyi bir hafızaya sahip olalım.
Üstelik çoğu zaman muhatabımız, farkında olsun veya olmasın, inanmaya dünden razıdır. “Gerçeği kaldırmaya gücü olmayan yalana razı olmalıdır” demişti biri zamanında. Gördüğüm o ki çoğu aldatan ile aldatılan arasında gizli bir konsensüs sağlanmış. Hakikatin yarattığı acıya dayanamayan bir dostum “Bana yalan söyle, daha iyi” bile demişti. Benim de yalanı tercih ettiğim zamanlar olmadı değil.
Herkesin ama herkesin bir yalana inandırılabileceğini bilmeme rağmen aklımın alamadığı tek bir kişi var: “Kendimiz”. İnsan kendi kendini nasıl kandırabilir? Ya da gerçekten kanıyor mudur kendi uydurmaca realitesine?
Bu konuya, Jean Paul Sartre’ın ‘Varlık ve Hiçlik’ adlı muazzam eserinde sayfalar ayırdığını biliyor muydunuz?
“Kendini aldatma, diyor, çoğu kez yalanla bir tutulur. Hiçbir fark gözetmeksizin, bir insanın kendini aldatışını belli ettiğinden ya da kendi kendisine yalan söylediğinden söz edilir. İçtensizliğin kendine yalan söylemek olduğunu kabul edebiliriz, ama insanın kendine söylediği ile (başkasına söylenen) düpedüz yalanı hemen birbirinden ayırt etmek koşuluyla. (Başkasına söylenen) Yalan, üzerinde uzlaşılabileceği üzere, yadsıyıcı, olumsuz bir tavırdır. Ama bu olumsuzlama bilincin kendisine değil, yalnızca aşkın olana yöneliktir. Gerçekten de yalanın özü, yalancının gizlediği hakikatin tümüyle farkında olmasını gerektirir. İnsan bilmediği bir şey hakkında yalan söylemez. Kendisinin de yanılgı içinde olduğu bir konudaki yanlışı yayan insan yalan söylemiyordur. Şu halde bir yalancının ideali, hakikati kendine olumlarken, onu kullandığı sözlerde olumsuzlayan ve bu olumsuzlamayı da kendisi için olumsuzlayan kinik bir bilinç olacaktır. […] Eğer kendini aldatma, daha önce söylediğimiz gibi, gerçekten de kendi kendine söylenen yalan ise, onun için aynı durum geçerli olmayacaktır. Kendini aldatmayı benimsemiş olan kişi için, hoşa gitmeyen bir hakikati gizlemek ya da hoşa gitmeyen bir hatayı doğru gibi sunmak söz konusudur elbette. Dolayısıyla görünürde kendini aldatma da yalanın yapısına sahiptir. Ancak kendini aldatırken hakikati kendimden gizliyor olmam her şeyi değiştirir.”
Yalan kendine yalan
Benim aklıma hemen gelen bir örnek var. Hüzünle kabul etmem gerekiyor ki, Türkiye’deki gibi doğu kültürüne mensup birçok toplumda yaşayan kadınlardan duyduğumuz bir şey. “Sever de, döver de”…
Hiç vakit kaybetmeden, kendi kendilerine kurguladıkları, altında yatan nedenselliğe göz atalım: “Beni sevdiği için kıskanıyor. Kıskandığı için dövüyor. Demek ki beni sevdiği için dövüyor.”
Bu çıkarım çeşidine, Mantık’ta tasım (syllogisme) deniyor yani doğru olarak kabul edilen iki yargıdan üçüncü bir yargı çıkarma temeline dayanan bir uslamlama yolu. “Kediler hayvandır, Boncuk bir kedidir, o halde Boncuk bir hayvandır” cinsinden. Ama ‘Boncuk’ ile ‘Dayak’ arasındaki farkı, bence hepimiz çok iyi biliyoruz. Peki beraber olduğu insan için “Sever de, döver de” diyen insan da biliyor mu?
Psikoloji bunu bilinç ve bilinçaltı şeklinde ikiye ayırmakla işin içinden çıktığını düşünüyor.
Ne de olsa yaşadığı ruhsal çıkmazlar sonucunda bir uzman yardımına koşan A; ve çalışmalar sonucu onun suratına açık açık gizlediği şeyleri ifşa eden biri karşısında direnç gösteren hatta seanslara gelmemeye başlayan bir A’ söz konusu olunca.
Kendimden yola çıkarak diyebilirim ki; bence hepimiz neyin hakikat olduğunun dört dörtlük farkındayız. Bize acı verenin ne olduğunu; karşımızda her ne varsa, niteliğini biliyoruz. Tek bilmediğimiz onu (olay, kişi, grup) sürekli, farklı tezahürlerde de olsa, neden hayatımızda tutma ihtiyacı, arzumuz var. Tek bilmediğimiz, yaşam maceramıza davet ettiğimiz, bize acı vermeye devam eden unsurların neye hizmet ettiği.
Bilemiyoruz çünkü hayatımıza dair tüm tabloya sahip değiliz. Elimizde başı ve sonu yazılı bir roman olmamasından dolayı hayatın. Belki de kendi kendimizi aldatıyor olmamızın bir amacı var. Sizlerden yorum duymak istiyorum.