12 Mart Darbesi, üzerinden 45 yıl geçmesine rağmen halen Türkiye siyasi hayatının önemli olayları arasında yer alıyor. “Hesap sorma”, “hesaplaşma” öncelikle “unutmama” ve “hatırlama” ile olur. Türkiye, darbeleriyle de hesaplaşmak istiyorsa öncelikle unutmamalı, unutturmamalıdır. Tarih bir hafızadır. Tarihi hatırlama, hatırlatma ise bir siyasal eylem.
Her ne kadar konuya “hatırlama” bağlamında girmiş olsam da, yazının amacının 12 Mart Darbesi ile ilgili ansiklopedik bilgileri peş peşe sıralamak olmadığını da belirtmem gerekiyor. Bu iş için cebinizdeki Wikipedia yeter de artar bile. Kopuk kopuk da olsa, 12 Mart Darbesi ile ilgili olarak bazı noktalar üzerinde durmak, siyasi tarihimizdeki bu lanet günün hatırlatılmasına, üzerinde düşünülmesine bir nebze katkıda bulunmak, vesile olmak niyetindeyim.
***
Türkiye’nin ‘resmi’ tarihinde ‘darbe’ yoktur (!)
“Ad koyma”, “isimlendirme” hegomanyanın inşasının en önemli süreçlerinden birisidir. Resmi ideoloji ad koyar, tanımlar. Tanımlarken de gerçeği tevil eder; dönüştürerek tanınmaz hale getirir, içini boşaltır. 12 Mart Darbesi bu cümleyi ifade edebilecek en güzel örneklerden biridir. Dikkatinizi çekti mi bilmem bizim (resmi) tarihimizde “darbe” yoktur. 27 Mayıs “ihtilali” vardır, 12 Mart “Muhtırası” vardır, 12 Eylül “Harekatı” vardır. 28 Şubat’ta ise zaten hiçbir şey olmamış (!) altı üstü sadece Milli Güvenlik Kurulu toplanmış ve bir dizi tavsiye kararları almıştır (!) Oysa Cumhuriyet tarihimiz darbelerle doludur; ama darbecilerin hiçbiri darbeci değildir! Darbelerin hiçbiri de darbe değildir.
Ad koyma demiştim, hegemonya inşasının en önemli sürecidir ve resmi ideolojiler ad koyarlar, tanımlarlar. Evet! Diğer tüm darbeler gibi 12 Mart da kendisine “muhtıra” adını koymayı tercih eder. 12 Mart, akil adamların (!), Cumhuriyetin gerçek sahiplerinin (!), devletlilerin bir “ihtarı”, bir “hatırlatma”sıdır. Bu ihtar öylesine iyi niyetli, dirayetli ve makuldür ki, ihtarı verenleri saygıyla yâd etmeniz beklenir. Bir nev’i, çocuk parkındaki salıncakta çok hızlı sallanan çocuğunu ihtar eden babanın şefkat ve özeni gibidir bu ihtar; asla darbe gibi kötü bir tınısı yoktur.
Darbe, muhtıra, ad koyma, hatırlama… Gerçekten de bir karşı hegemonya inşasının, resmi anlatıyı parçalamanın en önemli parçalarıdır; sadece bir kelime takıntısı, Türkçe hassasiyeti değil.
Köprüyü geçene kadar darbeye muhtıra demek lazım derseniz (tıpkı o meşhur deyimimizde olduğu gibi) bütün ayıları dayınız sanma ihtimalimiz vardır.
12 Mart Darbesi’ni hangi kesim desteklemişti?
Darbe, darbe olduğu için kötüdür; size, sizin yakın durduğunuz dünya görüşüne, yanında yer aldığınız insanlara, gruplara, partilere vb. karşı yapıldığı için değil. Oysa 27 Mayıs 1960 – 28 Şubat 1997 kesitindeki darbe ve darbe girişimleri göstermiştir ki, Türkiye siyaseti, kendilerine siyasal destek bulma konusunda darbecilerin hiçbir zorluk yaşamadığı bereketli bir ülkedir. Pek üzerinde durulmayan bir konudur ama Türkiye’de darbeleri konuşurken, darbeye imkan veren, darbeyi meşrulaştıran destekçileri de konuşmamız gerekiyor. Darbelere, sadece ama sadece “darbe” oldukları için karşı çıkmazsak, Türkiye’nin darbe kültürüyle de hesaplaşma şansımızı ve inandırıcılığımızı yitiririz.
12 Mart Darbesi bu açıdan manidardır. Darbeden sonra sol kesim içindeki bazı isimler darbeyi destekleyen açıklamalarda bulunurlar. Bu kesimler 12 Mart’ta gerçekleşen darbenin, kendi bekledikleri Milli Demokratik Devrim olduğunu düşünüyorlardı, ancak evdeki hesap Genelkurmay’da bozulmuştu. Aslında gelen darbe biraz da bu kesimin arkasında durduğu darbe girişimine karşı yapılan bir sağ darbeydi.
Darbe konusunda sadece sol mu mütereddit bir tavır sergiledi? Hayır! 12 Mart darbesinin, beklediği darbe olduğunu sanarak destekleyenler yanılmıştı ama peki sağ?! Dönemin İslamcı ve ülkücüleri darbeyi de sonrasından gelecek idam cezalarını da elleri patlayana kadar alkışlamakta bir sakınca görmediler. Benzer süreçler 12 Eylül döneminde de yaşandı.
Darbeler ile ilgili olarak Türkiye’deki siyasal örgütlenmelerin ilkesiz tavrı, Türkiye’de her zaman bir darbe imkânı olduğu düşüncesinin önemli bir bileşeni olarak kaldı. Rejime müdahale etmeyi kafasına koyan her cunta, toplumun bazı kesimlerinin desteğini rahatlıkla arkasına alabileceğini çok iyi öğrendi. Darbeye topyekûn bir karşı çıkma kültürü yerleşmediği için de bu kapı, darbe kapısı her daim aralık kaldı; kalıyor da.
“Süngüyle iktidara gelinir ama o iktidarın üzerine oturulamaz.”
Türkiye’de darbecilerin, darbeyi gerçekleştirirken kafalarında taşıdıkları fikirleri ne kadar hayata geçirebildikleri konusu da çok fazla akademik ilgiye mahzar olmadı. Oysa bu konunun da tartışılmasıyla Türkiye’de darbelerin başarısının farklı bir perspektiften ele alınması gerekirdi; hala da gerekiyor. Sadece 27 Mayıs Darbesi’nden kısa bir süre sonra DP’nin devamı AP’nin iktidara geldiğini, 28 Şubat Darbesi’nden sonra da AKP’nin iktidara geldiğini; gerek 27 Mayıs’ın gerekse (gerçekleşemeyen 9 Mart girişimini de içine katarak) 12 Mart Darbesi’nin aynı zamanda askerin kendi içerisindeki mücadelelerin bir tezahürü olduğunu hatırlamak bile bu konuda tartışılması gereken epey şey olduğunu gösteriyor.
İlgili yazılar
Kanlı Pazar’ı anlamadan bugünü konuşmak
12 Eylül 1980’den günümüze: Gençler için siyaset
1960 Darbesi: Yine Bir 27 Mayıs Sabahıydı ve Bugün