Duvarı olmayan Tiyatro

“Ne tuhaftır, tarih zamanla şeklini kaybeder, buna karşılık, efsane zamanla kuvvetlenir. Bunu en iyi tiyatro sahnesinde anlarız.” Jean Cocteau

Duvarı olmayan Tiyatro

Geçmişten günümüze Tiyatronun anlatmak istediği pek çok şey vardır. Avrupa’da ortaçağ şehrinin yaşamı, özgürlüğü ele geçiren ve onu devam ettirme yolunda bir dizi zorlu savaşımdan oluşmuştur. Özyönetimle idare edilen kent devletleri özgürlük adaları gibidir. Diğer yandan Ortaçağ, bir sınıfın doğuşuna ve bir diğerinin de tarihten silinişine tanıklık eder. Ortaçağın son aşaması feodalizmin müstakbel sınıfa karşı son kozlarını oynadığı ve vahşileştiği dönemdir. Feodal sınıf, yok oluşunu önlemek, egemenliğinin sona ermesini geciktirmek ister ve mutlak monarşiyi kabul eder. Katolik gericiliği salıverir ortaya. Ortaçağ tiyatrosunun karakterini belirleyen özgürlük ve baskı arasında yaşanan salınımdır: bir yanıyla özgürlüktür diğer yanıyla direniş. Yoğun bir tiyatro etkinliğine sahipken tiyatro yapılarından neredeyse söz edilemez. Mutlak krallıklar ve kilise gibi otorite odaklarıyla da sürekli sürtüşme içindedir, yer altına çekilir ve çok canı yanar. Yine de tiyatro, baş düşmanı kiliseye rağmen, tarihin köstebeğinin bir ironisi olarak kilisede legalleşir. Kiliseye tiyatro, din törenlerini yararlı bir şeye, büyücülüğe dönüştürmek eğiliminde olan köylülerden gelmiş olabileceği düşünülür. Hristiyanlık öncesi atalarından kalma mevsim şenliklerinde, maskeli eğlencelerinde oyunsal törenler zaten yaşamaktadır. Ortaçağ tiyatrosunda binadan söz etmek mümkün değildir, kasabanın tamamı tiyatral alan olarak kullanılmıştır.

Tiyatro her yerdedir ve herkes içindir

Kilisenin içine sığmayan tiyatro, açık alanlara taşar ve yönelimi özgürlüğe doğrudur. Herkesin katılımıyla, her yerde, çok sahneli ve devinim halindedir. Devinim iki türlüdür: ya izleyiciler hareket halindedir ya da oyun arabalarının üzerindeki sahneler gerçekleşir. Tiyatro yapısından azade bu etkinlik sahne seyirci ilişkisinde eşitlikçi ve özgürlükçü bir tavra sahiptir. Her yerin tiyatro olduğu bir yerde oyun yeri, seyir yeri ve oyuncu-seyirci ayrımından söz edilemez. Tiyatroyu üreten de kendidir, izleyen de; istediğinde doğrudan katılım serbestliği vardır. Ortaçağ tiyatrosunda seyir demokratikti. Her sahnesel ögenin merkez odak olduğu birçok görüş noktası vardı.


Duvarları olmayan bir tiyatronun yasakları da olmaz

Görüş açısını ve oyun yerine göre konumunu kendi belirler. Ortaçağda tiyatro yeniden şenlikleşen, özgür bir tiyatrodur.

Her şey rağmen Tiyatronun gücü ve ruhu daima bakidir

Tiyatral alan, üzerinde iktidarın ayak izlerini taşıyan ideolojik bir alandır. Ezilenler ile egemenler arasındaki mücadelenin doğrudan kuvvetleri, tiyatral etkinlikleri özgürlükçü, direnişçi ya da tahakkümcü konumlara yerleştirip tiyatral alanları şekillendirir. Tiyatral alanları iktidar ilişkileri bağlamında kat ettiğimizde boş alanda konumlanmanın ezilenler açısından yapısal ve stratejik olarak önemli olduğu ortaya çıkıyor. Tiyatral etkinlik özgür bir edim olarak başlayarak, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte etrafı kapatılmaya devam ediyor. Ezilenler açık alanlarda gerçekleştirdikleri etkinliklerle tiyatral alanda direnişlerini sürdürüyorlar. Baskı arttıkça tiyatral etkinliklerin çevresi sarılıyor. Daha sonra tiyatro yapılarına dönüşen mekanlara bütün tiyatral alan tıkılmaya çalışılıyor. Tiyatro sokaktan kovuluyor. Mekanlara sıkıştırıldıklarında da diegesis (olayların sözlü temsili) yardımıyla direnebilecekleri bir boş alan inşa etmeye başlıyorlar. Ezilenlerin geliştirdikleri halk tiyatrosu formlarının diegetik (anlatı) özelliği sayesinde tiyatro yapılarına hapsedilen tiyatral etkinlikler, alan-dışını sahneye çağırarak firar etmeyi başarıyorlar. Kültürel belleğin kaydedildiği alan-dışına kaçış tiyatral kapatılmaya karşı ezilenlerin direnişçi stratejisi oluyor.

İlk kez Tiyatrolar Gününün kuruluş amacı 1961’de belirlenir

Unesco tarafından kurulan tiyatro fikri, sahne sanatları bağlamında, dünya çapında bilgi ve uygulama alışverişini arttırmak amacıyla, sanatsal yaratıcılığın ve üretimin gerekliliği konusunda toplumsal bilinci uyandırmak, insanlar arasındaki barış ve dostluğun sağlanması ve artmasını gerçekleştirmek adına karşılıklı anlayış geliştirmek için her yıl 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü hatırlatılmaktadır.

27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nün başlangıcından bu yana değişmeyen geleneklerden biri de her yıl bu gün için yayınlanan bildiriler… 1948 yılında kurulan Ulusal Tiyatro Enstitüsü, 1962 yılından başlayarak Dünya Tiyatro Gününde tiyatrolarda temsil başlamadan okunmak, radyo ve televizyon aracılığıyla yayınlanmak üzere bildiri yayımlıyor. Her yıl dünya ölçüsünde tanınmış bir sanatçıya hazırlatılan bu mesaj, Enstitü’ye bağlı ülkelerin ulusal merkezlerinde ulusal dillere çevrilerek dağıtılıyor.

Jean Cocteau’nun 1962 yılında kaleme aldığı ilk Dünya Tiyatro Günü Bildirisi:

Ne tuhaftır, tarih zamanla şeklini kaybeder, buna karşılık, efsane zamanla kuvvetlenir. Bunu en iyi tiyatro sahnesinde anlarız.

Bir Hint Fakir’i çıkagelse de koca bir tiyatro salonuna hiç fena olmazdı. Ne yazık ki ortada böyle bir Hint Fakir’i yok. Bir topluluğu büyülemek gördüğü rüyayı başkalarına aktarmak işi dönüp dolaşıp yazarın karınca kaderince kendi imkanlarına kalıyor. Çünkü uyku ve rüya, herkese, kendi iç dünyasına göre, yeni zenginlikler getirebilmektedir. Tiyatro, bu hüneri taklit ederken, seyirciden çocukça bir uysallık ister. Çünkü en iyi seyirci, bugün de, kukla oyunlarının küçük seyircileridir. Bizim seyircilerimiz bu seviyeye ancak o böbürlü tutumlarını bıraktıkları, kendilerini oyuna kaptırıp söz gelişi, Oidipus’a: “Iokaste ile evlenme, o senin anan diyebildikleri gün erişeceklerdir”.

Ama o kadar uzağa gitmeye lüzum yok. Seyircilerin içinde bugün bile büyük bir çoğunluk, benliklerinden sıyrılıp, kendilerine yabancı bir fikri benimsemekte, o fikre katılabilmektedirler. Bunlar nerdeyse çocuk ruhlu bir tek insan olabilmekte, kendi düşünce ve inançlarını, oyunun sonunda geri almak üzere, vestiyere bırakabilmektedirler.
Gerçek hayranlık, paylaşılan bir düşe karşı duyulan hayranlık değildir. Gerçek hayranlık, asıl kendimizi paylaşmadığımız fikirlere kaptırdığımız, onları sanki bizden çıkmış gibi benimsediğimiz zaman doğar.

O halde bu bir çeşit aşktır. Tıpkı aşkta olduğu gibi, birbirine karşıt olanların uyuşup anlaşmasıdır. Büyük oyuncu, aslında, metni hemen oracıkta ve sanki herkes için ayrı ayrı uyduruyormuş, yakıştırıyormuş duygusunu veren insan olduğuna göre, tiyatronun özelliği de bu çeşitten bir eriyip kaynaşma değil de nedir?

Fazla bencilliklerinden ötürü kolay kolay büyülenmeyen Fransızlar bile, Paris’te Milletler Tiyatrosu’nu kurmakla, en küçük hafifliğe kapılmadan eğlenme susuzluğunu, açlığını ispat etmiş oldular.

Her milletten değerli oyuncu toplulukları bu Tiyatro‘ya kendi dillerinin şaheserlerini getirmekte, sırf oyunlarının kuvvetiyle ve repertuarlarıyla kendi dillerine ve alışkanlıklarına kapanıp başkalarının dillerine, hallerine, meselelerine ilgi göstermeyecekleri sanılan seyircileri hayran bırakmaya muvaffak olurlar.

Tiyatro öldüyse yaşasın Tiyatro!

İşte Dünya Tiyatro Günü, tekil ile çoğulun, öznel ile nesnelin, bilinç ile bilinçaltı’nın birbirleriyle derinden kaynaştığı önemli bir olaydır; bu uyuşma ve kaynaşmadan insanı büyüleyici olağanüstü yaratıklar doğar.
Fikirlerin birbirlerine uzak ve yabancı kalması, dillerin ortaya çıkardığı duvarlar, nice anlaşmazlıkların kaynağı olmuş, bugün de olmaktadır. İşte tiyatronun geniş imkanları, bu engelleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadır
Dünya Tiyatro Günü yoluyla bütün milletler, karşılıklı zenginliklerinin bilincine varacak, büyük ölçüde bir barış hamlesi içinde kaynaşacaklardır.

Niçe’nin bir sözü var : “Dünyanın yüzünü değiştiren bütün fikirler hep güvercin kanadı altında gelir” diyor. Bugüne kadar belki de çoğu zaman sınırlı olarak sırf hoşa gitsin diye kullanılan tiyatrodan gençlik, bundan böyle parlak ve canlı bir Sorbon Üniversitesi gibi faydalanacak, etli kemikli konuşmalar duyarak, kuru incelemenin yorgunlukları içinde asıl kuvvetini kaybeden ve zayıflayan şaheserlerin gerçek değerini tadacaktır.

Şunu da söyleyeyim: makine uygarlığı, tiyatroyu öldürmüş diyorlar. İnanmıyorum buna ben. Milletlerarası Tiyatro Enstitüsü’nün kendi adına konuşma ödevini bana vermiş olmasından faydalanarak, eskiden krallar hakkında kullanılan bir sözü (biraz değiştirerek) şöylece tekrarlayacağım:


Duvarı olmayan Tiyatro

Tiyatro öldüyse yaşasın Tiyatro!

Ezilenlerin Tiyatrosu ile Augusto Boal:

“Bir birey kendini değiştirirse toplumda dünya da değişir”.
Kapitalist sistemin gücüyle fiziksel, ruhsal olarak zayıflayan, ezilen, her tür istismara maruz kalmış insanoğluna ezilenlerin tiyatrosu, forum tiyatrosu ile tiyatroyu sokaklara, fabrikalara, okul kantinlerine, gecekondulara kadar ulaştırmıştır biridir Augusto Boal.

1931 doğumlu, Brezilyalı tiyatro yönetmeni, yazar ve politikacıdır. 1971’de Brezilya’daki askeri cuntanın tehdit olarak gördüğü, tutuklayıp işkence yaptığı yönetmen, 1973’te, Arjantin’de, ilk kitabı “Ezilenlerin Tiyatrosu”nu yayımladı. Daha sonra Paris’te yaşadı; Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezini açtı; 1981’de ilk Uluslararası Ezilenlerin Tiyatrosu Festivali’ni düzenledi. Askeri diktatörlüğün devrilmesinin ardından Brezilya’ya geri döndü; Rio Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi’ni kurdu.

Yoksulları ve ayrımcılığa uğrayanları ayağa kalkmaya ve dönüştürmeye yönlendirmeyi amaçlayan tiyatro anlayışı, bireyin onu toplumdan ayıran içsel ezilmişlikleriyle de ilgilenir. Bu, birçok psikodrama uygulayıcısının da yararlandığı bir yaklaşım oldu.

Augusto Boal, 2 Mayıs 2009 tarihinde yaşama veda etti. Sonsuzluğa uğurlanırken, dünyaya verdiği mesaj ve bildirisi şuydu:
“Hepimiz birer aktör, yani aktif oyuncuyuz: Vatandaşlık toplumun içinde yaşamak değil, onu değiştirmektir”.
Görüntülerin gerisine bakarsak bütün toplumlarda ezenleri ve ezilen insanları, etnik grupları, cinsleri, sınıf ve katmanları görürüz. Adaletsiz ve acımasız bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor.

Bütün insan topluluklarının günlük yaşantısı “gösterilerden” oluşur; özel anlar için de “görülecek olaylar” üretilir. Hem toplumsal örgütlenme biçimleri “görüntülüdür”, hem de şimdi görmeye geldiğiniz türden “seyirlik oyunlar” yaratılır.

Farkına varılmasa da, insan ilişkileri tiyatroya uygun biçimde yapılanır. Boşluğun kullanımını, vücut dilini, sözcük seçimini, ses iniş çıkışlarını, düşüncelerle tutkuların çatışmasını sergileriz sahnede; bunların hepsini hayatta da yaşarız. Kendimiz tiyatroyuzdur!

Düğünler ve cenaze törenleri “seyirlik” gösterilerdir. Günlük yaşantımızdaki sıradan ayincikler de öyledir; ama onlara öyle alışmışızdır ki, bunun bilincinde olmayız. Debdebe ve tantanalı olaylar kadar sabah kahvesi içmek de, karşılıklı günaydın demeler de, çekingen aşk fısıltıları ve coşku fırtınaları da, bir senato toplantısı ve bir diplomat görüşmesi de tiyatrodur.

Bizim sanatımızın başlıca işlevlerinden biri insanları günlük yaşantıdaki “gösteriler” konusunda duyarlı kılmaktır. O durumlarda oyuncular kendilerinin seyircileridir; temsil sırasında sahneyle koltuklar bir olur. Hepimiz birer sanatçıyız. Yalnızca bakmaya alışık olduğumuz için açık seçik şeyleri bile fark etmeyiz çoğu zaman; tiyatro yaparak onları görmeyi öğreniriz. Alışkanlık körleştirir; tiyatro yapmak ise günlük yaşantı sahnesine ışık tutar.

Geçen eylül gözümüzün önünde bir tiyatro perdesi açılmış gibi şaşırdık. Biz ki elbette kendimizden uzak yaban ellerinde savaşlar, soykırımlar, cinayetler, işkenceler olduğunu biliyor ama yine de güvenli bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorduk. Biz ki paramızı saygın bir bankaya ya da namuslu bir simsarın eliyle borsaya yatırmış olmanın rahatlığı içinde yaşıyorduk. Birden duyduk ki o para yokmuş, sanal imiş; kendileri uydurma olmayan, güvenilir ve saygın da olmayan birtakım ekonomi uzmanlarının icat ettiği uydurma bir şeymiş. Birkaç kişinin çok kazanmasına, pek çok insanın da her şeylerini yitirmesine yol açan kötü bir tiyatro örneğinin karanlık olaylar dizisiyle karşılaştık. Zengin ülkelerden birtakım politikacılar gizli toplantılar yapıp büyülü çözümler buldular. Onların aldığı kararların kurbanı olan bizler ise balkonun son sırasında oturan seyirciler durumunda kaldık.

Yirmi yıl önce ben Racine’in Phedre oyununu Rio de Janeiro’da sahneledim. Dekor parlak değildi: yerde inek postları, çepeçevre bambu kamışları. Her temsilden önce oyuncularıma şunu söylerdim: “Günden güne uydurduklarımız tükendi. Şu bambu kamışlarının ötesine geçtiniz mi, hiçbirinizin yalan söyleme hakkı olmayacak. Tiyatro Gizli Gerçektir”.

Görüntülerin gerisine bakarsak bütün toplumlarda ezenleri ve ezilen insanları, etnik grupları, cinsleri, sınıf ve katmanları görürüz. Adaletsiz ve acımasız bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor.

Başlamak üzere olan “seyirlik oyuna” katılın. Evinize dönünce dostlarınızla birlikte kendi oyunlarınızda rol alın. Daha önce hiçbir zaman görememiş olduğunuz açık seçik şeylere bakın.

Tiyatro yalnızca bir olay değil, bir yaşam biçimidir!


Kaynak: Tiyatro Araştırmaları Dergisi/2012


Aylin İçsel
İnsanın en büyük pratiği kendi hayatıdır, derler. Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her doktrin muazzam mucizelerle dolu biz insanlara münhasırdır. Benimse en büyük meramım, derin bir insan sevgisi ve anlayışı, bütün insanlara duyulan kardeşlik ruhu; insanların mutabakat içinde olmaları, dünyayı daha iyi algılayıp, daha yaşanılır bir yer olmaya muktedir, düşüncelerin özgür, barışın ve insanlığın hüküm sürdüğü, çocukların mutlu yaşadığı bir dünya inancı ve de hayalidir. Yazmaksa, olup bitenler karşısında herkesin sesi olmak, kıyılardan geçip, sokağın en işlek caddelerinden dokunmaktır hayata... Yaşamın kendisine karışmak ve keşfetmek tutkusudur. Varoluşun en derin sebebidir yazmak...