Kış uykusundayız yanlış anlıyoruz yaşamayı

Renklerin soluklaştığı, sert rüzgarların yüzümüze çarptığı kışlardayız. Algılarımız, olabildiğine bitmez bir kış uykusundayız, uykunun esaretinde, eski özgür sokakların öldüğü zamanlardayız. Aylar ve hatta yıllar geçip giderken, ne yazık biz hep mevsim kıştayız…

Kış uykusundayız yanlış anlıyoruz yaşamayı

Kış uykusundayız uykunun esaretinde kim sığ sulara hapsetti hayallerimizi?

Üşüyen ellerimiz kadar buz kesmiş yüreklerimiz de… Aynı mevsim gibi soğuk bir duvarın önünde, duvarın ardını merak bile etmeden yaşamaktayız…

Kim bu sığ sulara hapsetti hayallerimizi?


Kim umutlarımızın üzerini karla kapladı baharı beklerken?

Yine bu kadar uzak mıydık yaşama hevesine eskiden? Kanıksamaya başlamış mıydık gelecek acıları çok önceden?

Eskiden de şimdi olduğu kadar korkak mıydık?

Ellerimiz yanlış olduğunu bile bile seçer miydi çürük elmayı yine?

Yoksa biz gökyüzüne olan sevdamızı, çoktan yüreğimizden söküp atmış mıydık?

Kış uykusundayız yanlış anlıyoruz yaşamayı

Bilmek acı mı çekmektir?

‘Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizliğin çuvalı…’

Pablo Neruda

Korkup kapandık kendi dünyamızın tozlu yollarına. İnsan olma dersinden hep sınıfta kaldık…

İnsan olmak; Kendin ve başkaları için yüreğinde sevgi barındırmaktı. Duyarlı olmaktı yaşamın adil olmayan her noktasına karşı.

Farklılıklardan bir bütün oluşturmaktı. Hesap sormaktı örneğin bir başkasının hakkı adına, kendinle birlikte tüm insanlığın hakkını aramaktı…

Yaşamak mıydı bizimkisi korkarak?

Yaşamak mıydı bizimkisi korkarak?

Can veren her bedende bir kez daha ölmüyor muydu insanlığımız?


Emek olmadan yaşam olmuyordu görmüyor muyduk?

Yoksa yaşamayı ciddiye mi almıyorduk?

Dememiş miydi yıllar önce Nazım Hikmet bizlere.

‘Diyelim ki hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…’


Şimdi bükülmüş omuzlarımızda ağır bir yük, üç beş güne geçecek bir hüzün var dudaklarımızda. Biz mi yanlış yaşıyoruz hayatı, yoksa yaşadığımız hayat mı zamansız?

Türkiye nereye yol alıyor?


Sibel İlgör
Yağmurlu bir Nisan gecesinde, umutla doğdu dünyaya... Bilginin asla yeterli olmayacağına inandı hep. Bir adım ötesi mutlaka vardı. Ve o; öteye geçmek için her zaman çabaladı... Gerçeğin ne olduğunu hala arıyor... Edindiği hiçbir gerçek, ona yeterli gelmiyor. Bu noktada; okuyor, yazıyor... Okur yazarlık en baş ilkesi... Ve varoluşunda; okunmadan ve üzerine düşünülmeden yazılan hiçbir cümlenin, güçlü olmayacağını düşünüyor!