Ben sizi izliyorum kız çocukları

İmamın karıları içinde o, küçük şımarık bir kız olarak büyümüş bu evde. Ve ilk adetini de oniki yaşında görmüş. Daha sonra ise ‘kız’ın ninesini doğurmuş. O hep, imamın çok sevdiği ve en şımarık karısı olarak kalmıştı. Devrimden sonra‚ Bolşevikler imamın iki kardeşini ve kendisini çöle götürmüş ve orada öldürmüşlerdi. Vurulanları orada bırakıp gitmişler, gömmemişlerdi bile. İmamın olağanüstü güçlere sahip bir insan olduğu söylenmekte idi.

Ben sizi izliyorum kız çocukları

Tam bunun gibi eminim ki bir gecenin, hatta yaşanmış bütün ömrün gerçeği, insanın iç dünyasını tabii ki tam yansıtamaz. Ve hiç bir rüya da – soluk alarak yavaşça dedi o – sadece rüyadan oluşmuyor.

“Rüyadaki ve uyanıklıktaki gerçek”


~ Artur Şnitsler

Ben onu uzun zamandır takip ediyorum. O hanımı sen de tanıyorsun. Ben sana onun yedi yaşındaki rüyasını anlatmış mıydım?

En iyisi önce sana onun elma ağacı altına gömdüğü pembe ciltli defteri hakkında konuşayım biraz. Dinle; o defterin on iki yaprağına usanmadan yazıp öğrendiği tek kelime – adı ile eğri – büğrü yazılmış isimleriyle doldurmuş, sonra bahçedeki sevdiği ağaç – erken olgunlaşan yazlık elma ağacının altına gömmüştü. Zamanı gelince elma ağacı da evi, anne ve babası, kardeşleri, komşuları da bu dünyadan göç edeceklerini düşünebiliyordu. Defterse ismiyle doldurulmuş defter ona göre ebedi kalıyordu sanki. Neden tuğladan yapılmış ev ve hem de koskoca elma ağacı tamamen yok olsa bile, kağıt – defter kalır. Evet, neden acaba?

Nedeni, deftere YAZI yazılmış olması imiş , İSİM yazılmış olması imiş.

O yedi yaşındaki bir kızcağızdı  o zamanlar.

Gördüğü rüyanın öyküsünü de dinlemek ister misin? Öyleyse sana ilginç ve sürükleyici rüyalarını anlatabilirim. Çünkü ben her zaman onu izliyorum. Onun rüyalarında uçsuz bucaksız boşlukta salınan zerrecikler daha sonra dehşetli ölçüde büyüyerek, korkunç nesneler haline dönüşuyordu. Sadece insanların ateşli hastalıklar geçirdiği zamanlarda gördüğü kabüs ve karabasanları ve o ilginç ve korkutucu suratları her gün görürdü o rüyalarında. Kuş kafalı insanlar, karanlık mağaralar, maymunlar, uçan vapurlar, su yerine kanla dolu denizler, konuşamadığı için her gece devamlı ağlayan balıklar vardı onun rüyalarında.

Bazen ben ona “İlk Ben” diye isim veriyorum. O çocukken sırt üstü yatarak, bulutları izlemeyi seviyordu. Çocukluğunun geçtiği o bir tarafı kumluk, bir tarafı çalılıkla örtülmüş küçük köy, onun için dünyanın en büyülü, en güzel yeri sayılırdı. Evinin arkasında yer alan kum tepeciklerine yaslanarak, saatlerce izlediği, böylesine sırlar taşıyan eşsiz güzellikteki bulutları, bugüne kadar dünyanın yarısını gezmiş olduğu halde, hiç bir ülkede görememişti.

Belki, köyündeki çeşitli bitki ve deve otlarının kendine özgü tatlı kokusudur tüm bunların nedeni…

Kış günlerinden birinde sokaktaki patlak su borusu altında oluşmuş buzların duru görüntüsünü saatlerce dalgın dalgın izlediğini hatırlıyorum. O dönemlerde bile o günbatımını seyretmeyi ve ıslak toprak kokusunu çok seviyordu, fakat… O zamanlar çok saf ve sadeydi…

Şimdiyse?

Ben sizi izliyorum kız çocukları

Şimdi İlk Benim – biraz kurnaz davranabiliyor ve yalandan gülebiliyordu… Yalan söylemeyi de öğrenmiş olmasına rağmen, o yine de kalbi temiz biriydi. Şimdi o bu saflığı gizleyerek korumayı öğrendi. Çünkü günümüzde temiz insanları çoğu zaman “aptallar” diye nitelendiriyorlar. Bazen “daha da kurnaz, daha da açıkgöz olmak gerekir” duygusu geçiyordu onun içinden. Çevrede akıllı kişiler o kadar çoğalmıştı ki aptalları çiğnemek onlar için hiç zor bir şey değildi. Bu akıllılar, kinayeli ifadelerle alay ettikleri, iğneli sözlerle göndermeler yaptıklarında acıma duygusuyla karışık, onların artık bu dünyada gereksiz olduklarını vurguluyorlardı yakaladıkları her fırsatta…

İçindeki temizliği korumak için dışarıdan sert, uyanık, becerikli ve hatta biraz da yüzsüz olmak gerekir, diye düşünüyordu kederli bir soğukkanlılıkla. “İlk Ben” mevcut olduğundan beri “İkinci Ben” de mevcuttu. Çocukluk dönemlerimde kendimi beğenmişlik duygusunu hissettiğimde, bencillik ve kıskançlığım öne çıktığında, “İkinci Benimin”idaresinde olduğumun farkındaydım. Şu anda da o korkak ve zayıftır. O özensizdir. Onun günleri griydi. Onu kendim de sevmiyordum. Ona sadece acıyordum. Çünkü onun çırpınıp durduğu bu boşluk, kendine de çekilmez geliyordu. O, ne güvenle konuşabiliyor, ne de tereddütsüz yaşayabiliyordu. Hatta o, okuyamıyor, her şey ona uzun ve can sıkıcı geliyordu. Bu boşluktan kurtulmak için artık o… Adeta sıradanlaşmış günlerini rengarenk tatlarla doldurmak istercesine çok yemek yerdi. Bu yol onu her zaman kurtaramıyordu. Çok yemek, hareketsizlik, onda yorgunluğa sebep oluyordu. Gittikçe kilo aldığından bir kadın olarak üzülüyordu. Vücudu, yüzündeki şişman dalgınlık kendi kendinden iğreniyordu. Bazen o “İlk Ben’i arıyor, özlüyor, yardım istiyordu.”

Zayıflık…

Yürek ağrısına sebep sıkıntılar …

Cevapsız sorular ve sonuçsuz arayışlar onu yine kayıtsızlığa götürüyordu. Böyle durumlarda o, tüm sorunları elinin tersiyle itiyordu: “Ben sadece zayıf İkinci Ben’im” diyordu kendi kendine, ve yine çaresiz, bıkkın yaşamaya devam ediyordu…

İlk Ben’in hükümranlığı hep acayip rüyalarla başlıyordu. Nitekim onun ne zaman ortaya çıkıp ne zaman yerini İkinci Ben’e teslim edeceğini kesin olarak bilmiyordu. Bu değişimleri yönetmek mümkün değildi. Onu çok kuvvetli, derin gerçekler Kaynağı yönetiyordu. O tam bir kararlılıkla, kendine, kendinin kaynağına inanıyordu. Bazen rüyalarımda onun bana çok derin bir ifadeyle, dikkatle baktığını görüyordum. Bazen onun beni terk edeceğini düşünerek çok korkuyordum.

Şimdi sana onun rüyalarını anlatmak istiyorum.

Aynı gün o annesi ile birlikte büyük ninesinin yaşadığı köye misafirliğe gittiler ve gece de orada kaldılar. Evin yakınında annesinin imam olan atalarının gömülü mezarları vardı. Bolşevik ihtilalından sonraki acı olayları kaderleriyle baş – başa kalan ecdatlarının öyküsünü kız, annesinden duymuştu. Büyük ninesi çocukken çok hasta, zayıf bir kızmış ve yaşamını sürdürebilmek için elli yaşını aşmış olan imamın nikahına verilmişti. İmamın karıları içinde o küçük şımarık bir kız olarak büyümüş bu evde. Ve ilk adetini de oniki yaşında görmüş. Daha sonra ise ‘kız’ın ninesini doğurmuş. O hep imamın çok sevdiği ve en şımarık karısı olarak kalmıştı. Devrimden sonra‚ Bolşevikler imamın iki kardeşini ve kendisini, çöle götürmüş ve orada öldürmüşlerdi. Vurulanları orada bırakıp gitmişler, gömmemişlerdi bile. İmamın olağanüstü güçlere sahip bir insan olduğu söylenmekte idi.

Onunla ilgili şöyle bir olay rivayeti edilir: ” Komşu köydeki bir adamın bebeği haftalarca durmadan ağlamış, o kadar ağlamış ki onu susturmak için insanlar her çareye başvurmuşlar; doktordan bir çözüm bulamayınca, bilinen bitkisel ilaçlardan fayda aramışlar, bu da bir sonuç vermemiş. Bebek yemiyor, içmiyor, uyumuyormuş. Nedenini ise hiç kimse bilmiyormuş. Her şeyden umut kesilince “Bolşevikler” den gizlice, onların “kara listesinde” bulunan imama başvurmuşlar. O, hiç bir şey söylemeden gelip, çocuğa bakmış ve bir horoz getirmelerini istemiş. Horozu avluda bulunan ağaca ayağından iple bağlatmış. Ve sonra ev sahiplerine anlatmaya başlamış: “yarın saat tam onikide bu horoz aniden ölecek, ve o andan bebek iyileşir … Daha sonrada otuz yaşına kadar bu çocuk hiç hasta olmaz”.

Sabah olunca herkes horozu takip etmeye başlar. Büyükçe ibiği olan kırmızı, kabadayı bu horoz, hiç öleceğe benzemiyormuş. Horoz, doğası gereği, kibirli bir edayla, ayağındaki ipin imkan verdiği kadar bir o tarafa bir bu tarafa yürüyüp, gayet sağlıklı görünmekteymiş. Bebeğin ailesi bütün dikkatleriyle bahçede kabararak gezen bu horozu izlerken, bir yandan da hasta olan bebeklerinin gittikçe yükselen feryatları umutlarını yavaş yavaş tüketiyormuş. Yaşadıkları bu umut kırıklığı onların imam hakkındaki düşüncelerini de etkiliyordu. Nerdeyse, imanım bir sahtekar olduğuna inanmaya başlayacaktı. Tam bu esnada, saat onikiyi gösterdiğinde horoz aniden olduğu yerde can acısıyla kanat çırparak ölmüş, ve ayni anda beşikteki bebeğin sesi de kesilmişti…

Bu çocuğun halen hayatta olduğunu söylüyorlar, uzun yıllar okul müdürü olarak görev yapmış, Mehmetrahim İmamın kendisiyle bu olayını her kese anlatarak  “bana imamın soluğu dokunmuş” diye övünüyormuş.

Ben sizi izliyorum kız çocukları

İmam ile ilgili daha ilginç bir olayı *Hiva’lı birisi kızın babasına anlatmış. Bu şahsın babası o dönemlerde Bolşeviklerin, ölüm timlerinde görev yapmış. Bu esnada adına kamulaştırma dedikleri, devlet soygunlarında da bulunmuş. Günlerden bir gün imamın infaz kararını bu adamın eline tutuşturup, bu işle görevlendirmişler. Mehmetrahim imamdan bir zamanlar iyilik gören bu şahıs bir gece yarısı gelerek imamı uyarma ihtiyacı hissetmişti. Buna rağmen, imam sükunet ve vakar içerisinde kaderine razı olduğunu ve asla kaçmayacağını ifade etmişti.

“Öyleyse” diye sözüne devam etmişti adam “bari şu tek isteğimi yerine getirir misiniz?”, İmam Dedenin karşısında ısrarcı bir tavırla. Biz üç kişiyiz. Sizi götürmek için geldiğimizde, ben sizin tam karşınızda durur, tüfeğimle sağ tarafınıza nişan alır, sizin ölümünüze sebep olmayacak bir yerinizden vururum. Siz biz gittikten sonra kalkıp, Türkmenistan’a, oradan İran’a veya Afganistan’a geçersiniz. Buralarda hiç görünmemeniz şartıyla, tamam mı?

Mamatrahım İmam hiçbir şey söylememiş.

Ertesi gün, içinde bu şahsın da bulunduğu ölüm timi, imamı ve iki kardeşini de alarak, infaz edilmek üzere, göle götürmüş. Mermi sesleri yeri – göğü inleterek gürlediğinde imam kardeşleriyle beraber kendisini de yere atmış.

Zamanın şartlarına uymak zorunda kalarak, Bolşeviklerle beraber olmuş o hivali asker, çok değerli insanın hayatını kurtardığı düşünmesiyle kalbi sevinçle dolu olarak, atına binip uzaklaşırken, arkasından birisinin seslendiğini duymuş:

— Ben… Ben ölmedim!


İnanması zor! Ama evet, aynen böyle olmuş. Kendisine canını kurtarma fırsatı verilmiş bir adamın bunu kullanmak istemediğine inanmak gerçekten zor. Can çok tatlı. Ama bir düşünün, o zamanlar insanlar arasında böyle seçkin şahsiyetler de vardı. İnsan olarak yaratılmış, kendini bildiğinden bu yana, bir cümle bile yalan söylememiş, harama bulaşmamış, Allaha şirk koşmamış bu adamın o günde inandıklarına ihanet etmesi mümkün değildi. Ayrıca, belki, iki kardeşinin cenazesi arasında kendini ölü gibi göstermeye vicdanı da izin vermemişti. Hayatta kalsa bile, kurulmakta olan ateist sistemin içerisinde kendi inançlarıyla yaşayamayacağını düşündüğünden ölmeyi tercih etmiştir belki de…

Kızın gözlerinde annesinin hikayesi öyle güzel canlanmıştı ki vurulmaya götürülen ihtiyar imam, uzaklaşıp giden at arabasının arkasında gülümseyerek sükunet içerisinde sazını çalmaktaydı. Bolşevikler onun son isteğini yerine getirerek, sevdiği çalgısı – dutarını (*) son yolculuğunda yanına almasına izin vermişlerdi. Ağır başlı kardeşleri de sakin sesle Harezmce hüzünlü bir türküye eşlik ediyorlardı. Ve bu görüntü kızın küçücük kalbini dağlamıştı.

Kızın küçük dünyasına, arabada sallana sallana giderken, yaşamın acılarını yüzündeki gülümsemenin arkasına şarkı söyleyerek gizleyen bu kişilerin görüntüsü kazılmıştı adeta…

Bu görüntü, beyninde canlanan bir sonraki görüntüler arasında hiç bir şey değildi. Bir sonraki görüntüde “Deli Kadın” var. Bu imamın on sekiz yaşındaki en küçük güzel kız kardeşiydi. O abilerinin vurulduğu yere giderek, kum dalgalarının örttüğü cesetlerini ararken, çürüyüp bedenden ayrılmaya başlamış ayaklar, eller, başlar görmüş… Ve bu gördükleri sonucunda akli dengesini yitirmiş, hayatının sonuna kadar abilerinin isimleri ağzında çığlığa dönüşerek, saçlarını yolmuş, üstünü başını parçalayarak, genç yaşında bu dünyadan göçüp gitmiş.

Üçüncü görüntüde ninesinin beşikteki küçük bebeklik yüzü var.

İmamın evinde teftiş yapılmış.

Eski dini kitapları ateşe atmışlar.

Ateş yutmuş Kutsal Kitapları yutuvermiş…

Kadınların küpelerini kulaklarını parçalayarak almışlar. Buldukları her şeyi her şeye “hükümet adına” el koymuşlar. Büyük ninesi o zaman çok kıymetli bilezik ve zümrüt taşlı küpesini beşikteki bebeğin lazımlığına atmış. Kız hayalinde canlanan o beşiği, bebeğin korkudan bağırıp ağlayan yüzünü tekrar tekrar seyrederdi. Kız yaşlı ninesini hatırladığında, gözünün önünde eski bir bilezik ve onun kulaklarında yeşil ışıklarla parlayan küpeler de canlanırdı. Bu çizgilerin örttüğü hüzünlü yüze bakarken kız, bu yüzde o bebeği bulmaya çalışıyordu..

Ben sizi izliyorum kız çocukları

Zaman ve mekandan oluşan bu Zincirin sürekliliğine ve bu sürekliliğin içerisinde eski Harezm köyünde, yüzyıl başlarında geçmiş olayları yüzyılın sonunda yaşayan küçücük kızın anısına nakş eden bu büyük kurala aferin! Eğer insanoğlun söz konusu bu sebepler Zincirini bütün boyutlarıyla algılayabilse onun varlığı da ışık gibi parlardı. Yerkürenin tabii kurallarına esir olmazdı.

Ve nihayet, rüya konusuna gelince bu hikayeler de o rüyayla ilgili sayılır. Rüyada yaşlı imam, onun ağırbaşlı kardeşleri, bazen ağlayıp bazen gülen “Deli Kadın” da var. Ninesinin beşiği de, mücevherlerle dolu lazımlık da var. Kız, annesi ile büyük ninesinin ortasında uyuduğunu kesinlikle bilse de, dehşetten donmuş bir şekilde, çevresinde dolaşan gölgeleri izlerdi. Onlardan bazıları yaramaz, bazıları telaşlı, bazıları da üzgün yüzleriyle kıza bir şeyleri anlatmak isterlerdi. Daha sonra onlardan birisi kıza doğru hareket etti.

Özellikle, o meleğin yüzü mühürlendi kızın beyninde. Çok güzel bir yüzdü. Bu fevkalade güzelliği, bilinen hiç bir kelimeyle anlatmak mümkün değildi. Sakin gözlerle kıza bir hiç bir şey söylemeden dikilirken, o gözlerden dağılan şefkat ve sevgi ışınlarından kızın yüreği kabardı ve ağlamaya başladı …

Kız, onların kendisine neler yapmakta olduğunu anlayamayacak kadar küçüktü. Sadece, çok kısa bir süre önce büyükleri tarafından kardeşlerine yapılan bir şeyi hatırlamıştı. Telaşlanarak kaçmış bir kardeşini dayısı yakalayıp getirmişti, saf olan küçüğü ise ninesinin kağıttan kargalarına aldanmıştı. Sonra kız onların bağırarak ağladıklarını duymuştu öbür odada. Korkudan titreyip, kalbi buz tutmuş durumda, sünnetçinin gülen sesini, babasının oğullarını övmesini, “işte erkek oldunuz!” diye şaka yaptıklarını duyunca, kardeşlerine o kadar korkunç bir şey olmadığını anlamıştı. Ama ondan sonra zavallılar uzun süre yürüyemedi. Ne lüzumu vardı onları bu duruma sokmanın, diye düşünmüştü . Bu mesel ne zaman aklına gelse yüreği yine telaş ve korkuyla dolardı. Simdi, kıza göre bu melek te onunla bir şey yapıyordu. Hayret, kız çocukların da başına gelir mi bu olay? Demek ki küçük kızların “büyük kızlar” olması için böyle bir şey yapılır imiş.

Oda sessiz sürüngen gölgelerle dolmuş, birisi gelip, birisi çıkıyordu. Kız artık onlardan korkmuyordu. Çünkü onların kendine zarar veremeyeceğini anlamıştı. Bilakis, şimdi Onlar kendi varlığının ayrılmaz bir parçası olmuştu. Kendisini onlardan biri gibi his ediyordu.

Kız odanın bir köşesinde elleri ayakları bağlı bir erkeği gördüğünü de hatırlıyordu. Bu erkek nefretten titriyor, çok sinirleniyordu. Zavallı, tüm gücüyle gölgeleri kovmak ister gibiydi, ama çaresizce durduğu köşede kendini engelleyen bağlardan kurtulmak için çırpınıyordu.

Bu rüyayı yedi yaşındaki görmüştü kızcağız. Ama uyku ile uyanıklık arasındaki o gölgelerin altında sızlanmakta olan vücut – O artık Kadındı… O geceden itibaren vücudunun yarısı bu dünyaya, yarısı ise bir başka dünyaya ait olan bir Kadın. İşte o gece Onlar ona sahip olmuştu.

Bu rüyada Siz de varsınız.

Siz o bilinmezlikler arasında çabalamakta olan kadını anlamaya çalışanlarsınız.

Siz göremeyeceksiniz, ama biz her zaman yanınızdayız.

Evet, biz sizleri izliyoruz.

Urgenç, 1999

***

* Özbekçeden Türkçeye çeviren: Halide İmamova

* Hiva:  Ozbekistan küzeyindeki Harezm vilayetinin eski başkenti

* Dutar: İki telli saz

Kendi hikayesinin kahramanı olmak istemeyenlere hikaye

Manastır’da büyük ve yasaklı bir aşk hikayesi


Sabahattin Ali: Kült bir ruhun hikayesi