İnsan sevdiği vakit güzel sevmeli; üzülmeden, incinmeden, canı yanmadan… Tüm bunlar için de doğru yürekte doğru sevgiyi bulmalı. Peki ya sevda yürekle olmaz mıydı ve tüm bunlar yüreğin işi miydi? Eğer sevda yanmamaksa eskiler bilmez miydi sevdayı? Yoksa biz miyiz bilmeyen? Eğer yanmamaksa mühim olanı, onca şiir boşa mı yazıldı? Ya yakılan onca türkü? Nesimi durduk yere mi seslendi Nuh’a; “Gelsin de tufan görsün” diye.
Yıl; 2016… Her şey gibi sevdaları da yozlaştırdık. Eskiden sevdanın rengi kırmızıydı. Şimdilerde ise her şeyin rengi olan gri. Her adımımız, her sözümüz gri! Dönüş bileti cebimizde. Biraz canımız sıkıldı mı kıvıracak cümlelerimiz hemen dilimizin altında. Ya arafı yaşıyoruz ya arafı yaşatıyoruz. Araf kimine göre kolay olandır. Çünkü bilir ki netlik beraberinde kabulü getirir. Kabulse sorumluluğu…
Araf öyle midir oysaki?
Eğer hayatınızdaki tek ölçütünüz; canınızın yanmamasıysa bir var olursunuz, bir yok… Eğer tüm bunları yaşayan sizseniz yani yüreği gri olan sizseniz sıkıntı yoktur, lakin eğer “Sevdanın rengi kızıldır” diyenlerdenseniz işte o vakit her gel – gitde biraz daha parçalanır yüreğiniz… Tüm bunlara rağmen hala yüreğinizle yaşayan delilerdenseniz, üzülmeyin yalnız değilsiniz. Sayımız az da olsa, yıl 2016 da olsa, gözümüzün önünde bir terazi, bir küfesinde yüreğimiz, hislerimiz, diğer kefesinde hesaplar, egolar, hazlar ayarsızca tartılmaya çalışsa da yalnız değiliz. Peki ya yalnız olmamak rahatlatır mı yüreğimizi? Korkarım rahatlatmıyor.
Peki ya sevda? O bu kadar zor mu?
İletişim çağında anlaşamamak ne kadar makulse sevda da o kadar zor sanırım.
Hadi biraz eskilere gidelim. Yıllar yıllar önce insanlar aşık olmuş, yüreğinin sesini tele vurmuş. Kah ağlamış söylerken kâh gülmüş… Sonra bazısına yetmemiş bu kadar kısa anlatmak; ucu yanık mektuplar yazmış sevdiğine. Yürek kağıda akmış; en saf en temiz haliyle. Aşk Mecnun edip kimini çöllere düşürmüş, kimine Ferhat gibi dağları deldirmiş. Biz ise şimdilerde birbirimizi devirip geçiyoruz. Vitrinde görüp maymun iştahıyla aldığımız elbise gibi, hemencecik tüketiveriyoruz; sevdamızı da birbirimizi de! Ya uzun uzadıya sevdalanacak kadar yüreğimiz yok ya da Ahmed Arif kadar yoğun değil hislerimiz! Eğer yoksa hisleriniz, hayat kolay aslında, çünkü olanların durumu hepsinden kötü. Onlar; yorgun ve kırgın; genel olarak arafta kalmaktan. Bir yanları “sevda hala kırmızı” diye haykırıyor diğer yanları olabildiğince kalın örüyor zırhını… Zırh kalınlaştıkça soğuyor yürek. Biraz ısınır gibi olunca zırha çarpıyor. O vakit derin bir korku; yine yeniden en baştan yaralanmalar, kırılmalar… Yürek yine ikiye bölünür. Bir yanın; “sevda için çekilen acı da makbuldür” der, diğer yanın ya yine gri bir yüreğe çarptıysa diye korkar. İşte sevda tam olarak orda başlar ya geri dönersin ya bile isteye ateşe atarsın kendini.
Kısaca yıl 2016 artık rengarenk televizyonlar, dünya cebimizde, teknoloji aldı başını gitti lakin yürek o en derinde ya unutuldu ya gri bir kasvet çöktü üzerine. Her şeye rağmen hala yüreğini duymak isteyenlere Ahmed Arif der ki:
“Şunu da bir iyi belle; Benim için çok mühim olan, sana çok aşık olmak veya olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım?”
Sevmek mühim iş; güzelce, kırmadan, incitmeden, yormadan…
İşte yeni neslin aşka bakış tarzı
Aşk Tazelik Kokar