Din, atlar ve tantuni

Eskiden savaşlarda en az insanlar kadar, atlar da ölürdü. Ama hiçbir ülkenin at şehitliği veya mezarlığı yok…

atlar şehit sayılmaz mı?

“Eskiden savaşlarda en az insanlar kadar, atlar da ölürdü. Ama hiçbir ülkenin at şehitliği veya mezarlığı yok. Resmen vefasızlık bu” diye söylendim. Bu tespiti yaptığımda, Mersin’in tenha ve varoş bir dükkanında tantuni yiyordum. Belki saçmalıyordum ama sarhoş değildim. Ayık da sayılmazdım gerçi. Atların hakkının yendiğini düşünüyordum, günlerdir içime dert olmuştu bu. Hava aşırı sıcaktı. Güneş başıma geçmiş, zihnim bulanıklaşmaya başlamıştı. Göz ucuyla masadakilerin tepkisini ölçtüm.

“Atlar şehit olmaz” dedi en bilmiş olanımız, “çünkü şehitlik sadece insanlara bahşedilmiştir.”


“Atların bilinci yok” dedi diğer arkadaş, “niye ve kimin için savaştıklarını bilmezler.”

“Haklısın” diye doğruladı en bilmiş olan, “atı düşman ordusuna versen onlara hizmet eder. Vatan millet kavramları yok ki.”

“Hayır! Atlar, sahiplerini tanır” diye itiraz edecektim, sustum. Tartışma bir yere varmayacaktı belli ki. Çevreye şöyle bir göz gezdirdim. Gerçekten nahoş bir yerdeydik, işsiz ve parasız olmasam kapısından bile geçmeyeceğim türden. Tantuni yemek için orayı seçen ünlülerin mütebessim fotoğrafları vardı duvarda. Dikkatli bakınca hepsinin fotoşop olduğu anlaşılıyordu. Paint’le bile daha iyi montajlanabilirdi. Acı acı gülümsedim. Sonra arkadaşlarıma baktım. Çokbilmiş olan Mesut, dürümünün içine turşu sokmaya çalışıyordu. Parmağının yarısı dürümün içindeydi. Ketçap kalıntılarıyla dolu peçete kutusunu uzattım Mesut’a, istemedi. Parmağını yalayarak temizlemeyi tercih etti. Arkadaş çevremi değiştirmeye karar verdim.

Ne zamandır sormayı düşündüğüm bir soru vardı. Tantunimden büyük bir ısırık aldıktan sonra şöyle dedim:

“İki Müslüman ülke birbirine savaş açsa, hangi tarafın ölen askerleri şehit sayılır?”

cennet cehennem iki müslüman ülke savaşsa hangi askerler şehit sayılır?

“Savaşın çıkış nedenine göre değişir” dedi Mesut, “ama genelde savaşı başlatan günaha girmiş olur. Din uğruna açılmamış her savaş haramdır. Tabii bu yargıya varmak bize düşmez. Allah bilir doğrusunu.”

“Bence önemli olan niyet” dedi Halil, “toprağını korumaya çalışan herkes şehittir.” Ardından sağ kaşını hafifçe kaldırıp şunu ekledi: “Tabii iki taraf da Müslümansa.”

Tatmin olmamıştım. Gerçek bir savaş görmemiş, hayal gücü bile Hollywood filmleriyle sınırlı insanların yorumlarıydı bunlar. Gerçek bir savaş meydanında herkes aynı korkuyu yaşar, aynı kabusları görür, aynı yaratıcıya sığınırdı. Milli hedefler ve inanç farklılıkları, yerini bir annenin, bir eşin ya da bebeğin hayaline bırakırdı. Hiçbir din “savaşın” demezdi. “Dininizi koruyun” cümlesi de yoruma bu kadar açık değildi. Derin derin düşünürken tantunimin bittiğini fark ettim. Garsona seslenip “abi takviye yollar mısın?” dedim. “Hemen abi” dedi. Mersin’de ikinci dürümlere takviye denirdi.

Zihnimdeki karmaşayı bir nebze dindirip şöyle dedim:

“Önemli olan niyetse, işler baya karışıyor.”

“Nasıl yani?” diye sordu Mesut.

“Şöyle düşün: Ya asker orduya katılmak istemediyse, kendisini hiçbir ülkeye ait hissetmiyorsa ve savaş esnasında kaçacak delik aradıysa… Ona da şehit diyebilir miyiz?”

“Resmi kayıtlarda şehit diye geçer” dedi Mesut, “ama Allah’ın takdirini bilemeyiz, sorgulamamak lazım.”

Sohbet yine ilahi takdir noktasında tıkanmıştı. Gerilmiştim. Ahmet Altan‘ın ‘Son oyun’ isimli kitabında ihtiyar bir adam vardı. “Kuşa baktığım zaman, onu uçuranı görebiliyorum” diyordu. O ihtiyar gibi olmak için ne yapmak lazımdı? Uçanı görüyordum, evet, gözü olan herkes görebilirdi. Fakat kuklalara gülerken, perde arkasındaki gerçek elleri hissedebilmek, mantıktan fazlasını gerektiriyordu. Bunları düşünürken takviyeyi de mideye indirdim.


Ansızın yumruğumu masaya vurdum.

“Yine de sembolik bir at mezarlığı yapılmalıydı” dedim.

Kimse cevap vermedi. Konuşmaya devam ettim:

“Bacağı kırılan atı vurmak nedir yahu? Söylesene Halil, konuşsana Mesut! Hayvanın sadece bacağı kırık, alçılasan bir haftaya ayağa kalkar. Koşamıyor diye ölmesi mi gerek? Senin bacağın kırılsa ben seni vuracak mıyım abi?”

savaş atlar şehit din müslüman“Atlarla kafayı yedin iyice” dedi Halil son lokmasını yutarken, “Seni bir daha çiftliğe götürmem. Azıcık at binince kendini Red Kit sanıyorsun. İyi ki eline oyuncak silah falan vermedik.”

“Anlamıyorsun abi” dedim.

“Neyi?” dedi.

“Boş ver” dedim.

Nasılsa arkadaş çevremi değiştirecektim.

Ön dişleri kırık garson yanımıza seğirtip “Takviye alacak mısınız?” diye sordu. “Ver abi” dedim bir kez daha. Sinirden iştahım açılmıştı. Siparişimi beklerken duvarlara baktım yine. Siyah tişörtlü bir adama, Acun’un kafasını montajlamışlardı. Acun Ilıcalı, Yılmaz Tantuni’den iki buçuk liraya tantuni yiyordu. Karşısında da Murat Boz ve Angelina Jolie oturuyordu. Angelina’nın kafası bedenine göre bir hayli büyüktü, acemice şoplandığı için kalın dudaklarının kenarında pikseller vardı. Fotoğraflara fazla odaklanınca, tantunimin geldiğini bile fark etmedim.

Dürümümü ısırırken, gözüm mekanın tüplü televizyonuna takıldı. Donuk suratlı spiker haberleri veriyordu. Alışıldık mevzulardı. IŞİD Türkiye’yi bombalamıştı falan.

Ansızın iştahım kaçtı. “Kalkalım mı?” dedim. Kalkıp hesabı ödedik.

O günden sonra hayatımda pek bir şey değişmedi. Ben değişmedim, arkadaş çevrem de değişmedi. Mesut ve Halil’le halen görüşüyoruz. Bakmayın siz, iyi çocuklar aslında. Tek kusurları Allah’ın takdirleri hariç, her şeyi biliyor olmaları. Onları da öyle kabullendim. Öte yandan iş güç sahibi olmayı başardım, asgari ücretin bir kısmıyla hayatta kalıp kalanıyla vergi ödüyorum. En büyük değişim ise tantuniyi bırakmamız oldu. O gün gittiğimiz varoş mekanda at eti yediriyorlarmış meğer. Tarsus’tan kamyonla geliyormuş yasa dışı etler. Kısacası Yılmaz Tantuni’yi de mühürlediler.


Halen düşünüyorum. Eskiden savaşlarda en az insanlar kadar, atlar da ölürdü. Bacağı kırılanları bile acımadan vururlardı. Ama o zaman bile atlar bu kadar aşağılanmamıştı. Herhalde bir at, savaş meydanında ölmeyi tantuni olmaya yeğlerdi. Bunu bir gün Mesut ve Halil’e anlatacağım.


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.