Ruhsuz vapurlar sardı İstanbul’u, bi Cisim yaklaşıyor Boğaz’a

Beşiktaş sahilinde çayımı içerken gözüme çarptı  bu “plazamsı vapurlar”. Yavaş yavaş yanaştı iskeleye. Yalnız bu vapurlar çok teknolojik olduğu için iskeleye dik şekilde yolcu indiriyormuş. Sözde değil, özde vapurlar ise yan taraftan yolcu indirdiği için iskeleye yanaşırken zaman kaybı oluyormuş.

Ruhsuz vapurlar sardı İstanbul'u, bi Cisim yaklaşıyor Boğaz'a

Öncelikle bu yazıyı okumanız için İstanbul’da yaşıyor olmanız gerekmediğini belirtmek isterim. Çünkü bu ruhsuzluk ortamı sadece ‘vapurlarda’ kendisini göstermiyor. Denizi olmayan şehirlerdeki yapılarda ve hayat tarzında da bu ruhsuzluk ortamının başgösterdiği hepimizin malumudur. Ben de küçük bir vapur meselesi üzerinden fotoğrafın büyüğünü sizlere göstermek istiyorum.

Şehirlerin kendine has karakterleri olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Bizi, gözlerimizi bağlayıp hiç bilmediğimiz bir şehre götürüp, orada gözlerimizi açsalar:  karşımızda kırmızı ve otantik bir telefon kulübesi görürsek eğer orasının İngiltere’de bir şehir olduğunu; ya da eğik bir kule önünde (Pisa kulesi), elleriyle garip hareketler yapıp fotoğraf çekenlerin olduğu  bir yere götürseler, oranın İtalya olduğu konusunda bir şüphemiz oluşmaz… Yani özetlemek gerekirse şehirleri ve coğrafyaları temsil eden ‘nesne’ler o yerlerin gerçek bir “şehir” olmasında en ön plandadır.


Şehri hatırlatan en ufak bir detay, o şehrin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ve bu parçalara gösterilen önem, o şehrin yöneticilerinin, muasır medeniyetler düzeyinin neresinde olduğunu gösterir. Aksi düşünülebilir mi hiç ?

Örneğin: İngiliz arkadaşlar, mobil telefonlara geçildiği için kırmızı telefon kulübelerini yerlerinden sökmüyorlar, ya da İtalyanlar Pisa Kulesini daha ”şekilli” olsun diye düzeltmiyorlar ve üstüne kaçak kat çıkmıyorlarsa tuhaflık bizde mi yoksa ‘onlarda’ mı? durup bir düşünmek gerekiyor. Ama bizler, o şanlı neslin evlatları silüetlerimizi çok güzel muhafaza ediyoruz. Ediyoruzdur, ediyor olabiliriz, amaaan etmesek ne olacakmış ki? Ne olmuş yani tarihi yarımadanın arkasında gökdelenler giriyorsa objektife?

zeytinburnu-9-16-kuleleri-371

Ruhsuz vapurlar sardı İstanbul'u, bi Cisim yaklaşıyor Boğaz'a

İstanbul…

Kadim uygarlıkların başkenti. Bizans da sevdi İstanbul’u, Osmanlı da.

Burada oturup uzun uzun İstanbul’a methiyeler düzmek isterdim ama bunu yapmak yerine İstanbul’a gelen turistlerin gözlerindeki ışığa bakmak, bizlere herşeyi özetler.

Bir de bu turistleri ülkemize çekmek için yapılan kısa filmler, tanıtım videoları var. Hatta devletin buna ayırdığı büyük paylarla yapılan büyük reklam filmleri. Bu filmlerde de sıkça görmüş olduğumuz klişe bir sahne: Boğazın serin sularından aheste aheste geçen bir vapur. Hepimiz gözümüzde bu sahneyi çok kolay canlandırabiliriz. Çünkü İstanbul deyince akıllara vapur da gelir. Vapur ehemmiyetlidir. Fakat geçenlerde gördüğüm “o” vapur değil.

yeni vapurlar

Beşiktaş sahilinde çayımı içerken gözüme çarptı  bu “plazamsı vapurlar”. Yavaş yavaş yanaştı iskeleye. Yalnız bu vapurlar çok teknolojik olduğu için iskeleye dik şekilde yolcu indiriyormuş. Sözde değil, özde vapurlar ise yan taraftan yolcu indirdiği için iskeleye yanaşırken zaman kaybı oluyormuş. Valla ben belediyenin bu ‘Plazamsı vapurlarla’ alakalı yaptığı açıklamanın yalancısıyım. 15-20 saniyenin hesabını yapanların hesaplamadıkları şeyler üzerine epey söyleyeceklerim var ama boşverin. Zamanınızı çalmayayım durduk yere.

İlk başlarda bu “plazamsı vapur”ların gerçekten vapur olup olmadığını anlamaya çalıştım. Çünkü bu nesne benim gözümde daha çok bir arabalı vapura benziyordu. Daha sonra tıpkı karaya çıkarma yapan savaş gemisi gibi büyük bir kapıdan inenlerin ‘insan’ olduğunu görünce, bu “şeyin” vapur olduğu geldi aklıma. İstemeyerek…

Gora filminde çoğumuzun  hatırladığı bir sahne vardır. Komutan Logar’a film boyunca defalarca bilineyen bir yerden gelip, kendi uzay gemilerine doğru ” bi cisim yaklaşıyor efendim” diyen acayip adam, sanki Beşiktaş sahilinde çayını yudumlayan şahsıma yaklaşıp “plazamsı vapur”u belirterek “bi cisim yaklaşıyor efendim” diyordu.

gora

Evet bu olsa olsa bir cisimdir. Ama vapur olduğuna kim inanır orası meçhul. Ve şimdi aramızda dolaşıyor bu cisim. Avrupa’yla Asya arasında. Tam içimizde.

3000 yıllık bir’ şehir’den bahsediyoruz. Hem de gerçek bir şehirden. Ya da giderek yapaylaşan bir şehirden de diyebiliriz. Ve bu şehirde karşı tarafa geçmek isteyen insanların kullandığı bir taşıttan bahsediyoruz. Dünyanın en kısa fıkrasını anlatmak isterim tam da bu esnada:

Vapur’a bindim ve boğazı seyretmedim.

Bu yeni vapurlarımızın güvertesinde balkon yok. Devasa camlar var, siyah siyah camlı. Tıpkı büyük büyük plazaların, büyük büyük camları gibi. Buram buram ‘Çakma Modernizm’ kokuyor. Buram buram kapitalizm kokuyor, buram buram sahtelik kokuyor. Ama bu öyle bir koku ki, yapmacık olduğu için kendisi gibi bile kokmuyor. ‘Kokusuzluğun koku’su olsaydı, büyük ihtimal ondan kokardı bu güzelim yeni vapurlar.

İnsanlar sosyal medyada tepkilerini göstermişler konu ile alakalı olarak. Zira böyle şeyleri normal medyamızda görmenin güçlüğü, hepimizin malumudur. Neyse malumun ilamına gerek yok şimdi, neme lazım şimdi durduk yere başımız belaya girmesin. Demişler ki: ”Bu vapurların güvertesinden, martılara simit atamıyoruz ve mimari olarak bu vapurlar, bu ‘şehri’ temsil etmiyor.


Ve biz, büyük büyük yöneticilerimizin Gezi Parkı olayları sonrasında, ”otobüs durağını değiştirirken bile sizlere soracağız” demesine rağmen eski huylarından vazgeçmediklerini de bizlerin görmesine vesile olmuş oldular. Ben yaptım oldu! demeye devam ediliyor. Ben yaptım oldu ve büyük bir tepki gelmezse de daha feciilerini yapabiliriz diyorlar kendi aralarında. Demedi demeyin…

Özdeşleşme’ye kazma sallıyorlar, hınçla. Bu şehri temsil eden nesneleri değiştirmeye çalışıyorlar, usulca değil artık… Ve artık balkonsuz bir ev ya da insansız parklar ya da güvertesiz bir vapur, çok da dokunmuyor kanımıza.

Boğaz Havası

Boğaz Havası” diye bir gerçeklik var. Ve bu kavramın oluşma sürecinde sadece iki yaka ve bir boğazın bu ”hava”yı oluşturamayacağını bilen insanlar…

3000 yıllık bir kentin, korunması gereken nesnelerine hakaretler edenler var, bir de bu hakaretlere tahammül edemeyenler. Tahammül sınırı çok şükür ki bizim Allah’ımıza, onlardan daha aşağı seviyede olanlar…

Sırf ”boğaz havası” almak için, karşıdan karşıya geçen insanlar da varlar hala, ‘Yapacak birşey olmasa da olur, bi boğaz havası alırım, gelirim kendime’ diyen. En iyi multivitaminden daha faydalı, Hindistanlı bilimkadınlarına göre…

Yüzümüze vuracak miniminnacık bir özgürlük hissinden korkanlar var bu büyük büyük camları aramıza koyanların arasında. Varlar, var olacaklar. Ama ‘biz de varız‘ dedikleri için baskılananları da ihmal etmeyelim. Tek tük kaldıkları hakkında bir takım duyumlar var. ‘Olacaksa onlar olsun, hep var olsun’ budandıkça daha güçlü çıkanlar”…

Aç kalabilecek martılar var. Etobur olmasından mütevellit bu simit denen hamurişine nasıl alıştırıldığı, İlk martıya ilk simidi kimin attığı bilinmeyen…

Kokuşmuş birşeyler var, Danimarka krallığında. Estetikten yoksun yapılar, artık her yanımızda.

Hız ve konfor ile yavaş gitme arzusu ikileminde kalan insanlar var. Zaten akan hayatta, ölümün bizlere bir kere geleceğini bilip ona göre yaşayan insanlar da var, terazinin darasız ağırlığında.

Bir de bu yeni vapurlarda koltukların hepsi ileri bakıyor. Karşılıklı oturup birbirinin yüzüne bakmasınlar diye mi bunca çaba? Birbirlerinin yüzlerine bakmasınlar, birbirleri ile gülüşmesinler, birbirleri ile konuşmasınlar diye yapıyorsunuz, eyvallah! Ama bize karşılıklı ağlama hakkı da tanımamak neyin nesi oluyor sevgili Şansölye?

İstanbullu olmasa bile bu duruma üzülenler var. Ve onlar da varsa artık, birşeyler yanlış gidiyor diyenleri, bekliyoruz aynı safta. Sıkı duracağız girmeyecek şeytan hiçbir zaman aramıza.

Ama kötüsü de ne biliyor musun sevgili okuyucu?

Martıların bile simit atılmayan vapurlarla karşılaşması.

Umarız çıkar bir prenses de karşımıza, karşılık tüm feryatlarımıza,


Simit yoksa pasta atın!‘ diye…