Bir Osmanlı Subayının yaşadığı durum ileride çocuklarına ve torunlarına hiçbir şeyde gönüllü olmamalarını ve hep “normalde kalmalarını” öğütlemesine neden olur.
Bizim gibi kasabalılaşmadan şehirleşen toplumların fertleri dünyayı siyah – beyaz olarak görür, gri tonlardan habersiz yaşarlar. Bir grubun içine dahil olup güven içinde yaşamlarını sürdürürler. Geriye yapmaları gereken tek bir şey kalmıştır: Dünyaya tek bir pencereden bakmak ve kendi doğrularını ait olduğu grubun doğrularına uyarlamak.
“Düşmanımın düşmanı dostumdur” özdeyişini yıllarca sosyal zekasının kabesi yapan başka bir millet daha var mıdır bu dünyada? Böyle yetiştirilen insanların gri tonları fark edebilmesi mümkün müdür?
Mesela, Gezi olaylarını yazınca DHKP-C’li ya da PKK’lı damgası yemek, Rus uçağının düşürülmesinde Türkiye’nin haklılığını yazınca Orta Asya bozkırlarında çalakılıç at koşturan bir kımızkolik muamelesine maruz kalmak, HDP ile diyalog kapılarının açık tutulması ve bu partinin sistemin içine dahil edilmesi gerektiğini yazınca örgütün dağ kadrosundan bir PKK’lı olarak görülmek, kaçak saraydaki israfı yazınca Marksist – Leninist bir yoldaş damgası yemek; olaylara hep aynı pencereden bakmanın sonuçları değil mi? Üstelik bu damgaları yiyenin aynı kişi olması size de tuhaf gelmiyor mu? Bir insanın hem DHKP-C’li, hem ülkücü, hem de PKK’lı olması mümkün mü?
Ülke karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş haberiniz yok!
Peki ben bu karpuzun hangi yarısındayım? Yazdığımız iki satır yazı, 3 adet yoruma bakıp ne olduğumuz hakkında kafaları karışanlara rehber olması amacıyla bu defa da en uzun yüzyıla tanıklık etmiş bir Osmanlı subayının hayat hikayesini yazıvereyim dedim; kafalarının içi iyice çorba olsun diye…
1890 ile 1895 arasında doğanları bu ülkenin en çilekeş nesli sayarım. Fotoğraftaki subay da bu nesle ucundan yakalananlardan. Posta telgraf memuru olan babasının görev yaptığı Bursa’nın Kirmastı (Mustafakemalpaşa) ilçesinde ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. Aslen Ürgüplüdür.
İlk ve orta eğitimlerini Kirmastı’da yapar. Babasının tayini nedeniyle liseye Konya’da gider. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine liseyi bitirir bitirmez gönüllü olarak orduya yazılır.
Asteğmen rütbesi ile Filistin cephesine gönderilir. Gazze’de İngilizlere esir düşer ve Mısır’ın Sina yarımadasındaki bir esir kampında iki yıl sürecek esaret günleri başlar.
Artık, 150 bin esirden biridir sadece. Çöl sıcağında susuzluğuna çare olsun diye idrarını bile içer. 1920 yılında serbest bırakılır ve sağlıksız koşullar nedeniyle esirlerin %30’unun trahoma yakalanıp kör olduğu Mısır’dan sağlam gözlerle dönmeyi başarır. Bir gemiyle İstanbul’a gelir.
O sırada, cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş durumdadır. İktidara sahip olanlar ise gaflet dalalet ve hatta hıyanet içindedirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmişler, millet fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap durumdadır. O da Harbiye Nezareti’nden terhis belgesini alıp baba ocağı Ürgüp’e döner.
Çaresiz bir vaziyette ortada bir başına kalakalmış ne yapacağını düşünürken, lisedeki arkadaşlarının tahsillerini sürdürerek Darülfünun’a devam etmiş olmaları ve oralardan mezun olmaları kendisinde yanlış yaptığı düşüncesini uyandırır. Bu durum ileride çocuklarına ve torunlarına hiçbir şeyde gönüllü olmamalarını ve hep “normalde kalmalarını” öğütlemesine neden olur.
Kendine iş ararken ordu ona yeniden iş bulur. Sağlam gözlerle Mısır’dan dönmek vatanın ondan tekrar istifade etmesinin yolunu açar ve terhisinden 8 ay sonra bu kez teğmen rütbesi ile milli orduya katılır. Eskişehir – Kütahya Savaşları’nda ikinci kez yenilgiyi tadar.
Tüm ümidini yitirmişken Mustafa Kemal’in melhame-i kübra (kan deryası) diye nitelendirdiği Sakarya Meydan Muhaberesi’nden 22 gün 22 gece çarpışıp sağ çıkar. Bir yıl sonra da Dumlupınar’da Yunanlar ile göğüs göğüse çarpışır. İzmir’de zaferi kutlar. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla ikinci kez terhis edilir. Ve yine baba ocağı Ürgüp’e geri döner.
Ee… Savaş savaş nereye kadar? Bir süre serbest ticaret ile uğraşır ama başarılı olamaz. Aklında hep yarım kalmış eğitimi vardır. Hukuk fakültesine başvurur diğer yandan olumsuz cevap ihtimaline karşı Jandarma’ya da müracaat eder. Zayıf olan ihtimal gerçekleşir ve hukuk fakültesinden olumlu cevap gelir. Havalara uçar, koşa koşa İstanbul Üniversitesi’ne kaydını yaptırır. Tam birinci sınıfa başlayacakken bu kez Jandarma’dan gelen kabul yazısı ile sarsılır. Fakülteyi tercih etse de Jandarma’ya katılmak zorunda bırakılır.
Jandarma subayı olarak Van – Özalp’dan Sakarya – Hendek’e kadar ülkenin her yerinde görev yapar. 1935 yılında İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde jandarma bölük komutanıyken talihsiz bir olay başına gelir. Alkollü bir asteğmenin kiraz festivalinde taşkınlık yapması ve huzuru bozması üzerine kolluk kuvvetince nezarete alındığı haberini alır.
Gece olduğu için subayın nezarette kalmasını, sabah olunca icabına bakacağını söyler. Bu işlem aynen uygulanır ve subay sabah salıverilir. Ancak subay, hürriyetinin engellendiğini söyleyerek askeri mahkemeye başvurur. Davayı kazanır ve bölük komutanına bir ay hapis cezası verilir.
Cezasını tamamlar ancak bu ceza kendisinin ileride bir yıl geç terfi etmesine ve yaş haddinden emekli olmasına neden olur. Vefalı devlet, istiklal madalyalı bir yüzbaşıyı üç çocuğu ile ortada bırakmaz ve onu bu kez sivil memur kadrosuna alır.
14 yıl da hesap memuru olarak hizmet verip 1960 yılında ikinci kez emekli olur. 1978 yılında felç geçirir ve iki yıl sonra Gülhane’de 85 yaşında hayata veda eder.
Elalem çocuklarına mal mülk bırakır; bu subay ise iki cümle nasihat bırakır:
Hiçbir şeyde gönüllü olmayın.
Yapmanız gereken hiçbir işi ertelemeyin!
Bu subay kim mi?
Bu subay, benim dedem, Mehmet Kamil Erim. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’deki adıyla Mülazım Mehmed Kamil Efendi. Yazdığımız iki satır yazıya bakıp hain damgasını yapıştırıyorsunuz ya! Ben de bu sefer milliyetçiliğin Dombra şarkısına alkış tutmaktan çok daha öte meziyetler istediğinin kanıtı olsun diye dedemi yazıvereyim dedim.
Özetle, O bütün soyumuza yetecek kadar vatan borcunu peşin ödedi. Bence siz kendi borcunuzun derdine düşün.