Yine yoğun bir öfke ile doldu kalbi. İnsanlardan nefret ediyordu, aynı zamanda çok korkuyordu. Bu iki duygudan dolayı hep savunmadaydı insanlara karşı. Yine tıkırtılar duydu. Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp kulak kesildi…
Karanlıktan dolayı iyice gözleri uyuşmuştu. Odasına giren tek ışık, paslı demir kapının altından giren bir tutam ışıktı. O da odayı aydınlatmaya yetmiyordu. Tam o sırada birkaç tıkırtı duydu. Bir anda tüm benliğine korku dalgası yayıldı. Tüm vücudu kasıldı. İyice kulak kabarttı…
Onlar mı geliyordu acaba?
Daha sonra bu tıkırtıları farelerin çıkardıklarını anlayınca çok rahatladı. Derin bir nefes aldı. Farelerden korkmuyordu. Çünkü o artık en şeytani ve zararlı varlığın insanoğlu olduğuna inanıyordu. Yine yoğun bir öfke ile doldu kalbi. İnsanlardan nefret ediyordu, aynı zamanda çok korkuyordu. Bu iki duygudan dolayı hep savunmadaydı insanlara karşı. Yine tıkırtılar duydu. Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp kulak kesildi…
Bu sefer cidden birkaç ayak sesi duyuluyordu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Ayakları titriyordu. Ona en çok acı veren çektiği fiziksel acılar değil, bu yoğun korkuydu. Ama korkusunu belli etme taraftarı değildi. Bağırmaya, hiç korkmuyormuş gibi tepinmeye başladı. Elinde olsa tüm gücüyle küfrederdi. Ama konuşamıyordu. Hissediyordu, duyguları yoğundu, düşünüyordu, görüyordu hatta analiz edebiliyordu ama konuşamıyordu. Bunun, ona yapılanların etkisinden kaynaklandığını düşünüyordu. Ne zaman konuşmaya çalışsa kelimeler ağzında yuvarlanmaya başlıyor, ağzı kayıyor ve anlamsız kelimeler çıkıyordu. Eğer daha fazla zorlarsa yuvarlanan kelimeler adeta boğazına kaçıyormuş gibi oluyor, önce bir nefes alamıyor sonra da yoğun yoğun öksürmeye başlıyordu. O anda paslanmış kapı ağır ağır açıldı.
“Işıkları açın!”
“Işıkları açın” diye seslendi sert mizaçlı, gözlüklü bir adam. Işıklar açıldığında bir süreliğine bağırmayı kesti. Gözleri ani gelen ışıktan dolayı kamaşmıştı. Net olarak görmeye başladığında iki korumayı, ondan sorumlu olan doktoru ve başlarındaki diktatörü rahatça görebildi. “Şuna bakın hayvan gibi davranıyor!” diye bağırdı diktatör kılıklı, gözlüklü adam. Yavaşça eğilerek suratına baktı ve yüzüne tükürdü. “Doktor, hemen işini hallet.” Bu sözler üzerine iyice sinirlenmişti. Tüm gücüyle tepinmeye başladı. Bir taraftan da avazı çıktığı kadar iniltiler çıkarıyordu. Tepinirken onunla beraber zıplayan sandalye gözlüklü adamın ayağını ezmişti. Adam hafif bir çığlık koparttı. Elini iyice havaya kaldırıp çocuğa tüm gücüyle tokatı yapıştırdı. Çocuk sandalyeyle beraber sola doğru devrilerek yere düştü.
Sandalyeyi kaldırmak için hamle yapan iki güvenliğe dur işareti yaptı “Kaldırmayın! Bırakın, öyle kalsın hayvanlar gibi. Onun hak ettiği bu!” dedi ve bir daha üzerine tükürerek odayı terk etti. Doktor sessizce eğilip önce içinde mavi bir sıvı olan bir iğneyi damardan yaptı. Sonra da başka bir iğneyle biraz kan aldı. Doktor işini hallettikten sonra yavaşça herkes odayı terk etti.
Kobay olarak değer görüyordu…
Işıklar kapandığında sandalyeyi düzeltmeye çalıştı ama başaramadı. Yanağı cayır cayır yanıyordu. Nefret ediyordu. Hele bir elleri bağlı olmasaydı. O zaman boğazlarına yapışır, adamı o öfkeyle boğardı. O anda geçmişe daldı. Buraya nasıl geldiğini hatırladı:
Küçükken bir çöp kutusu içinde bulunmuş ve yetimhaneye aktarılmıştı. Talihsizliği daha o dönemde başlıyordu. O yaşlarda bile asi ve cesur bir yapısı vardı. Yetimhanenin ona bir şey katmadığını düşündüğü için oradan kaçmıştı. Sonra çok pişman olmuştu ama asla tükürdüğünü geri yalamamıştı. Birkaç hırsızlıktan sonra bir çetenin eline düşmüş, kapkaç yapmaya zorlanmıştı. Hiç sevmediği halde zorla bunu yapmaya zorlanmıştı. Pratik bir zekası vardı ve her şeyin altından kalkabiliyordu. Bu yönden en çok çalıştırılan ve aynı zamanda dayak yiyen de oydu. Daha fazlası bekleniyordu.
Uzun müddet sabretmesine rağmen sonunda öfke nöbeti geçirmiş ve çetenin başını boğazlayarak öldürmüştü. Daha önceki küçük hırsızlıklardan dolayı çoktan sabıkalı olduğu için bu büyük vaka üzerine polis yerine bir grup adam gelip almıştı onu. Beraberinde hayvan barınaklarını andıran ve birçok kimsesizin bulunduğu bir gizli binaya götürülmüştü. Orada bunların üzerinde ölümcül deneyler yapıyorlardı. İlginç olanı şuydu ki birçok deney kobayı niyetine kullanılan yaşıtları ölmüşken, o olumlu sonuç veriyordu. Bu yönden bilim adamları ona kobay olarak değer veriyordu. Bir yandan da korkuyorlardı. Ama aralarında oranın sorumluluğunu üstlenen Bülent Bey zerre kadar umursamıyor, tam tersine nefret ediyordu. Bundan dolayı bu çocuğa hayvan muamelesi yapıyordu.
Tanrı dedikleri şeyin bir armağanı mıydı bu mucize acaba?
Bunlar aklından geçerken yanağında hissettiği bir acı onu kendine getirdi. Karanlıkta bir farenin onun yanağını kemirdiğini anlayabiliyordu. Hareketlenip bağırmaya başladı. Ama bu hiçbir işe yaramadı. Birkaç fare daha etrafını sarmıştı. Bir taraftan kafasına saldırmasınlar diye tükürüyordu. Öbür taraftan da parmaklarını ısırmaya çalışıyorlardı. Ama ilginç bir şekilde parmakları ıskalayan fareler istem dışı ellerini bağlayan ipleri de kemiriyorlardı. İnanılmayacak bir şey olmuş ve bir saat sonra elleri serbest kalmıştı. Elleri aynı zamanda yara bere içinde kalmıştı, ama pek te umurunda değildi. “Tanrı dedikleri şeyin bir armağanı mıydı bu mucize acaba?” diye aklından geçirdi. Hemen ayaklarını da çözdü. Ve karanlıkta bir köşeye saklanarak avlarını bekledi.
Sandalyeyi kırmış, dişleriyle tahtaları sivriltip kendisine silah yapmıştı. Ayak seslerini duymasıyla tüm vücudunu kastı. Hafiften ışık odaya girdiğinde hemen saldırmaya başladı. Şansına iki değil bir koruma vardı. Korumanın yüzüne atlayıp, burnunu ısırmış aynı çeviklikle doktorun da kafasını duvara çarptırarak bayılmasını sağlamıştı. Son kozu olarak da gözlüklü adama sivri tahtayı saplayarak ölümüne neden olmuştu. Ses çıkarmamaya çalışarak koridorda ilerledi. Tüm gücü kendisinde hissediyordu. Ve özgür kalmak için her şeyi yapmaya hazırdı.
Özgür kalmıştı saatlerce koştu…
Yaklaşık yarım saat içinde sonunda özgür kalmış ve kendini şehrin sokaklarında bulmuştu. Üstünde çuval benzeri yırtık bir giysiyle dikkat çekiyordu. Bu yüzden sokak aralarından koşarak olabildiğince uzaklaşmak istiyordu. Saatlerce koştu. Onu takip eden adamlar kalmamıştı artık. Yine de önlem olarak koşmaya, kaçmaya devam ediyordu. Uzun zamandır çirkin yemeklerden dolayı açtı, yoğun işkence görüyordu ve şimdi de kalan tüm enerjisini saklanmak için harcıyordu. Sonunda o kadar yorulmuştu ki bir sokak arasında bayılıp, kalmıştı.
Sabah uyandığında sıcacık bir battaniyenin altında buldu kendini. Mavi boyalı bir odadaydı. Bir koltuğun üzerinde yatıyordu. İyice inceledi odayı. Burayı o deney odasıyla kıyasladı. Ama hiçbir şekilde benzemiyordu. Orası soğuk ve korkutucuydu, burası ise sıcak ve sevimliydi. Sıradan bir odaydı ama yine de oraya göre çok daha sevimliydi. Temkinli olmak için usulca kalktı. Makas benzeri bir cismi hemen eline aldı. “Yine de görünüşe aldanmamak gerekir” diye düşündü. Çünkü ona göre insanlar çok şeytaniydi. Yavaşça kapıyı açtı. İki katlı bir ev içinde olduğunu gördü. Alt kattan sesler geliyordu. Usulca merdivenlerden indi. Çok temkinli davranıyordu. Alt kata indiğinde karşıda kalan odanın mutfak olduğunu gördü. Uzun zamandır eşyaları yerinde bir ev görmemişti. Hatta hiç öyle bir evde kalmamıştı.
Ak saçlı kadın ve Cesur
Mutfakta saçlarına aklar düşmüş bir kadın tencereyi karıştırıyor, bir yandan da bir tahtanın üzerinde domatesler doğruyordu. Acaba bu kadın mı onu buraya getirmişti yoksa o da o adamlardan mıydı? Sıkıca kavradı makasını ve kadına yaklaşmaya başladı. O anda kadın arkasını döndü ve göz göze geldiler. Yaşlı kadın önce makası görünce tedirginleşti ama onun içindeki korkuyu hissedince gülümsedi. “Uyandın sonunda. Ee nasıl geçti gecen?” diye sordu. Çocuk, donup kalmıştı. İyice tedirginleşti. Hırçınlaştı bu yüzden. Belli belirsiz bağırtılar çıkarmaya başladı. Kadın hafif bir kahkaha attı. “Dur oğlum hemen korkma böyle. Tanışalım önce. Nedir adın söyle bakalım?” diye sordu. Şaşırmıştı, bir ismi yoktu çünkü. Yine bir şeyler mırıldandı. “Demek adın yok. Madem öyle adını ben koyayım. Çok cesur gözüküyorsun, bu yüzden adın cesur olsun. Ne dersin?” dedi kadın yumuşak bir ses tonuyla. Hoşuna gitmişti bu çocuğun. Kabullenmişti.
Bir insanın böylesine sevgi verebileceğine inanamıyordu…
Geçen zaman içinde çocuk önceleri ısınamamıştı. Bir insanın bu kadar sevgi vereceğine inanmıyordu. O yüzden temkinliydi hep. Hatta onun gerçek yüzünü görmek için türlü yaramazlıklar ve korkutma taktikleri yapmıştı. Ama adının Meltem olduğunu öğrendiği bayan inatla gülümsemeye, onun kalbini ısıtmaya devam ediyordu. Cesur ise kalbinin ısınmasını istemiyor tam tersine o eski acımasız halini istiyordu.
Çünkü insanların ona zarar vermesinden korkuyordu. Ama kadının tüm sevgisini duyumsadıkça, kendine geldi. Kalbi yumuşadı. Anladı ki her insan kötü değil, iyileri de var. Dilsiz olduğu için, bakımsız ve çirkin olduğu için onu dışlamayıp yine de onu sevenler var. Meltem hanım ise ilk başta tedirgin olsa da sezgileriyle çocuğun o güzel kalbini hissetmiş ve oğlu gibi benimsemişti. Onun hayat öyküsünü bilmese de neler yaşadığını hissedebiliyordu. O yüzden ne yapsa da onu sorgulamıyor sadece onu yargılamadan seviyordu. Çünkü sevginin en büyük ilaç, en büyük şifa ve en büyük yol olduğunu biliyordu.
Sevgi şifası en büyük ilaç
Zaman içinde Cesur’un sadece kalbindeki buzlar değil, dilindeki kilitler de çözülmüştü. İlk söylediği kelime “sevgi”, ilk söylediği cümle ise “seni seviyorum.” olmuştu. Ve zaman içinde buna başka cümlelerde katılmış ve artık kendini daha iyi ifade etmeye başlamıştı. Meltem hanımı annesi gibi benimsiyordu. Hayatında yaşamadığı huzuru orada bulmuştu. Ama her şey bu kadar tozpembe olmamıştı.
Aradan bir sene geçmişti. Her zamanki gibi annesinin sesiyle değil bu sefer kapının kırılma sesiyle uyanmıştı. Ayaklanıp, odasından çıktı. Aşağıda bir bağrış çığrış vardı. İşte o gün kendi gözleriyle çok değer verdiği manevi annesinin öldürülüşüne şahit oldu. Ve apar topar adamların elinden kaçmayı başardı. Ama daha da kötüsü yayılan dedikodular ve adamların yalancı şahitliği ile bütün suç Cesur’un üzerine kalmıştı. Polisler tarafından aranmaya başlamıştı.
O zamandan beri o içindeki nefret tekrar körüklenmiş, insanlığa lanet ederken buluyordu kendini. Dili bağlanmamıştı ama bu adaletsizliğin yanında susmayı tercih etmişti ve hiç konuşmuyordu artık. Sürekli kaçıyordu. Adamlardan, içindeki öfkesinden, kendinden, yaşadığı talihsiz olaydan, nefretinden kaçıyordu. Ama kaçmak onu hiçbir acıdan uzaklaştırmadı. Ne yaptı ettiyse de kalbindeki hüzün, acı dinmedi. Kalbinde harıl harıl yanan öfke ateşini hissediyordu. İntikam almak istiyordu. Başka şehirlere kaçsa da içindeki sorunlardan kaçamayacağını anladı. Bunu anladığı vakit kurtulduğunu sandığı adamlarla tekrar burun buruna geldi.
Öfke ateşi ve intikam duygusu
Çarşı içinde büyük bir koşuşturma başladı. Onlar kovalıyor, Cesur koşuyordu. Adamlar bu paha biçilmez deneklerinin ellerinden kaçmaması için her şeyi yapıyorlardı. İnanılmaz bir bağışıklığı vardı. Onlar için insanlık adına yok edilmeyi hak eden bir hayvandan başka bir şey değildi. Bu yüzden hiçbir acımaları yoktu. Bunun farkında olan Cesur elinden geldiğince kaçıyordu. Ve sonunda farkında olmadan bir tekkeye girip saklandı. Adamlar onu pas geçerek başka yerlerde aramaya koyuldular. Cesur atlattığına çok sevinmişti. Yavaşça tekkenin içerisinde ilerlemeye başladı.
Bomboş bir holdeydi. İçerisi loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Bunlar belki mum ışıklarıdır diye geçirdi aklından. İlerlediğinde koridorun bitişindeki bir odadan daha fazla ışık geldiğini gördü. Sessizce kulağını dayadı. Ses gelmiyordu içerden. Burada kimsenin yaşamadığını düşünmeye başlamıştı. Merak içinde yavaşça kapıyı açtı. Tamamen içeri girmeden kafasını kapıdan içeri uzattı. Çok dar bir odaydı, yeşil renkte boyanmış ama boyalarının çok eski olduğu belliydi. İçeride bir adam boynunu bükmüş, elinde tespihle oturuyordu. Cesur, bomboş binada bu tek başına oturan adama şaşırdı. Ne yaptığına anlam veremedi.
Korkma, gir bakalım içeri!
Adam usulca hırıltı bir şekilde konuştu “Gel genç adam. Korkma, gir bakalım içeri.” dedi. Cesur, kendisine dönüp bakmayan bu adamdan mı sesin geldiğini anlayamadı. Ama tek odada olan oydu. Usulca korkarak içeri girdi. İçinde fırtınalar esmesine rağmen, o kadar huzurlu ve sakin bir ortam vardı ki. Cesur’un da içi durulmuştu. Tedirginliği kalmamış tanımadığı bu adama kendini bırakabilecekmiş gibi hissediyordu.
“İçindeki öfke ne kadar yoğun çocuk. Ateş ile yanıyorsun dirhem dirhem. Öfke ateşini dindirmelisin yavrum. Bu senin canını acıtır. Onu aşk ateşine dönüştürmelisin. Aşk da öfke de ateştendir, ateş tabiatlıdır. Birbirlerine dönüşürler bu yüzden zaman zaman. Aşktan öfke doğar ya da öfkeden aşk. Ama öfke zarar vericidir, ateşin yakıcı yüzüdür, aşk ise ateşin arındırıcı yüzü. Bu ateşlerle kavrulur insanlar. Yanar dururlar.
Öfke ateşi yakar kavurur!
“Aşk ateşiyle kalbi pişer, ruhu pişer. Hamken oluverir. Olduğunda kendini bulur. O zaman anla gerçekliği çocuğum. İçindeki öfke ateşini aynı tabiatlı ama asıl olması gereken aşk ateşine döndür. Aşk ateşiyle yansın kalbin, öfke ateşiyle değil. Öfke ateşi kül eder kalbini, gözünü mühürler, görmeni engeller. Aklının önüne geçer. Ama aşk ateşi olgunlaştırır, pişirir. Seni erginleştirir”. Adam derin bir nefes aldı. Usulca eliyle işaret ederek “Gel ve yanıma otur” dedi. Cesur, hiç tereddüt etmeden adamın yanına oturdu. Adam cesurun elini alıp kendi kalbine koydu. Kendi elini de Cesur’un kalbine koydu. İşte o anda Cesur o aşkı hissetti. Ne muazzam bir aşktı bu…
Annesine duyduğu gibi bir aşktı. Küçükken çete arasında gördüğü kıza duyduğu gibi bir aşktı. Ama bu aşk bunların da ötesiydi. Adeta insani aşklar bu yüce aşkın tezahürüydü. Kalbi küt küt atmaya başladı. Arınmaya başladı ruhu. Ağladı Cesur. Bu ateş yüzünden ağladı. Kalbinde ne kadar hüzün varsa hepsini yaktı bitirdi. Artık o adamlardan korkmuyordu, onlara acıyordu. İnsanlara aşık oluyordu. Adam elini Cesur’un kalbinden çekti. Bir anda kendine geldi. Gözyaşlarını sildi. Kuş gibi hafifti kalbi. Ama hala daha yüzü alev alev yanıyordu. İçine baktı öfkesi yoktu, acısı yoktu. Tam tersine o adamları da onu dışlayan insanları da seviyordu.
Adam usulca konuşmaya devam etti: “Yaradılanı severiz işte böyle Yaradan’dan dolayı yavrum. Sen en vahşi insanından en masumuna kadar olanı gördün. Onların kibrini, nefsini ve manevi annenin saf sevgisini tattın. Şimdi bu aşkla onları anlıyorsun. Bu ikilemden çıkıyorsun. Ne yapman gerektiğini biliyorsun”.
Cesur, aşkı tanımıştı…
Cesur içsel olarak bu adamdan ayrılma zamanı geldiğini biliyordu. Tesadüfî olarak geldiği bu yerde, arınmış ve her şeyin daha çok farkına varmıştı. Gerçek aşkı tatmış, öfkesinin ateşi, aşkın ateşine dönmüştü. Onu pişirmişti. İçindeki asilik de kendini dinginliğe bırakmıştı. Böylelikle akışa bırakmayı öğrenmişti. Ve akışa bıraktı kendini yine. Yavaşça, bomboş tekkeyi terk etti. Son kez dönüp bakmak istediğinde o adamı orada göremedi. Aslında bina yıllar öncesinden boştu. Ama bir önemi yoktu. Şehre çıktığında uzun uzun havayı soludu. Bir kahkaha attı. Biliyordu ki acılara da gülebilmeliydi insan. Yavaşça yürümeye başladı. Kendini sokağa attı.
O sırada bir grup adam Cesur’a doğru yaklaştı. Cesur korkmuyordu artık onlardan. Korkması için bir sebep yoktu. “O” varken, ne korkutabilirdi ki onu? Sadece seviyordu işte. Adamlardan biri yaklaştı yanına “Buralarda koşuşturan, üstünde pislenmiş giysiler olan, ufak çirkince bir çocuk gördünüz mü?”
Cesur gülümsemeye devam etti. Hiçbir laf etmedi. “Demek görmediniz. Eğer öyle bir çocuk görürseniz lütfen polise haber verin. Aranan azılı, vahşi bir çocuk. Tehlikeli olabilir.” Sonra adam arkasını döndü ve grubuyla beraber oradan uzaklaştı. Cesur biliyordu ki onun kaçması gereken adamlar yoktu artık çünkü içindeki kaçmaya çalıştığı duyguları arınmıştı.