Türkiye’nin asıl sorunu; tüm sorunlara insan yetiştiren ve kaynak sağlayan insan sorunudur. En büyük sıkıntımız petrolümüzün veya elektriğimizin olmayışı değil, yetiştirilmiş ve gerekli değerlerle donatılmış yeterli sayıda insanımızın olmayışıdır.
Zira az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde maalesef yaşamak, insan olmak zordur. Hayatta kalabilmek ise başlı başına bir mücadele, bir başarıdır.
Kazaya, kadere karşı inancımız tam olmakla beraber kazalara neden olan insanlara ve insanların ihmallerine ve bilinçsiz kurallarına da karşı olmaktan geri duramıyoruz. Bebeklik, hatta çocukluk dönemleri düşük gelirli bir ailenin içinde bile olsa bir şekilde gülerek, oynayarak, hatta eğlenerek geçebilir.
Bu kaidenin içine Suriyeli, Filistinli ve ülkesinde savaş olan çocukları koymakta her ne kadar zorlansam da çocuklar hangi koşulda olursa olsunlar bir şekilde çocuk olabilmeyi ve hayatı ciddiye almamayı başarabiliyorlar.
Medya, medya çalışanları, siyasetçiler, bürokratlar ve bu sınıfa sokulacak tüm insanlar bizdeki sorunların yeri geldiğinde Kürt sorunu, dil sorunu, din sorunu, mezhep sorunu, gelenek görenek sorunu, kadın-erkek sorunu olduğunu düşünüyorlar ama ne yazık ki bu gibi meselelerin aslında bir başlık altında toplanacak ana meselelerin dallarından biri olduğunu göz ardı ediyorlar.
Bizdeki asıl sorun, tüm sorunlara insan yetiştiren ve kaynak sağlayan insan sorunudur. En büyük sıkıntımız; ne petrolümüzün, ne elektriğimizin olmayışı değil, yetiştirilmiş ve gerekli değerlerle donatılmış yeterli sayıda insanımızın olmayışıdır.
Gelişmiş dünyanın güncel konu ve materyalleri ile donatılmış ve var olmasını dilediğimiz toplumun olması gereken değerleri ile mayalanmış bir insan, öncelikle kendini, sonra tüm toplumu bir adım öteye taşıyabilme gücüne sahip olacaktır.
Oysa bizim bu amaca hizmet etmesi gereken en başlıca kurumumuz olan eğitim ve öğretim kurumları maalesef beklenen ve hayal edilen şekilde çalışmamakta.
Anasınıfından itibaren çocuklara bir şekilde okuma yazma öğretilmeye çalışıyor. Müfredat üçüncü sınıfa kadar okumaya geçmesini öngörüp buna göre programlanmışken öğretmenler gerek velilerin baskısı, gerekse çevresinde olan sosyal baskılar sonucu bu okumaya ve yazmaya geçiş sürecini bir maraton haline getiriyor.
Zira bir öğretmen hem çokbilmiş velilerle uğraşmak istemezken hem de dönem başında belli miktar alınan kayıt paralarının büyüklüklerine göre sıralanan sınıf düzeninde en arkada kalan sınıflardan birini alarak ve bu şekilde görünürde başarısız öğretmen konumuna düşmemek için çocukları olması gereken amacın haricinde ilk üç ayda okumaya ve yazmaya başlatıyor.
Bu süreç öyle ya da böyle okul hayatı boyunca öğretmenlerin uygulamak zorunda kaldıkları bir süreç sonuçta… Önemli olduğuna değinmek istediğim konu ise eğitimden uzak olarak yetiştirilen bir neslin geliyor oluşudur.
Eğitim kurumları öğretim kurumları haline dönüştü
Biz okullar ve benzeri kurumlar için daha çok eğitim kurumu demeyi uygun görsek de son dönemlerde eğitim öğretim kurumları eğitim vasfını sırtından atarak ya da yapılan çalışmalar sonucu sırtından indirmek zorunda kalarak sadece öğretim kurumları haline gelmişlerdir.
Bazıları eğitim ile yönlendirmeyi birbirine karıştırabilir bu sebeple aralarındaki ayrımı belirtmekte fayda var. Kast ettiğimiz anlamda eğitim çocuklara ve geleceğin büyüklerine verilecek olan iyi kötü ayrımının ve iyi olmanın zorunluluğunu işlemenin yapıldığı eğitimdir.
Ezberci eğitim sistemi ile olgun insan çıkmaz
Yoksa belli insanlar tarafından belli amaçlar doğrultusunda yapılan yönlendirme ve yönetme faaliyetlerini eğitimden kabul etmek yanlış olur. Bu sebeple yalnız matematikten pi sayısını göstererek yalnız edebiyattan birkaç şair ismi ezberleterek belki bir doktor ve yazar üretilebilir ama gerçek anlamda insani değerlere bürünmüş olgun bir insan çıkartılabileceğini düşünmek sanıyorum boş bir hayalden öteye geçemez.
Ortaokula gelen bir çocuğa biz ister istemez lise giriş sınavlarına başlamış bir birey olarak bakıyoruz. Bu bakış açısı öncelikle aileler tarafından benimseniyor sonrasında çocuklarını başarılı bireyler olarak yetiştirmek isteyen zira onların başarıları kendi başarısını paralel düzeyde tutan öğretmenler ve idare tarafından benimseniyor. Bu şekilde bakıyoruz çocuğa.
Evet, bizim için ortaokula geçen bir çocuk neredeyse saf halde bir çocuk ama bunun yanında geleceğini kazanmak için yeri geldiğinde her şeyinden, hatta çocukluğundan bile fedakarlık ederek ders çalışması gereken bir birey oluyor. Bu durum sadece ebeveynlerin sadece öğretmenlerin değil aslında tümden bir ülkenin ve hayatın zorunluluğundan doğan bir durumdur.
Yaşamak için para, para için iş, iş için bilgi, bilgi için okumak, okumak için çalışmak gerekiyor. Bu süreci yaşayan bir çocuk ister istemez kendinden beklenenleri karşılamak için ders çalışmak ile çocukluğunun heveslerini bastırmak için oyun oynamak ve haytalık yapmak arasında bocalayarak hayatının önemli bir dört senesini geride bırakıyor.
Sınav sisteminde eğitim değil, bilgi eleniyor
Liseye geçiş sınavına bu sene katılan 900.000 öğrenciden yaklaşık olarak 32.000 öğrencinin barajın altında kaldığını düşününce bu sınavın nasıl bir elek olduğunu ve aslında eğitimden daha çok bilginin eleyici olduğunu anlamak zor değil.
Sonuçta dünyanın hiçbir yerinde hiçbir kuruma kolay kolay sen çok iyi, çok ahlaklı birisiymişsin diye almazlar. Bu sebeple var olan sistem iyi bir insandan daha çok, çok bilen ve bildiğini yapabilen insan yetiştirmekle mükelleftir.
Bu konuda ilk basamak olan liselere geçiş sınavında sadece barajı geçenleri düşününce durum iyi. Sonuçta binde yirmi yedi oranında başarısız çocuk varken binde dokuz yüz otuz civarında bir başarı söz konusu. Ama bu baraj üstünden kaç çocuğun istediği ya da kaliteli bir liseye gittiğinin araştırmasını yapınca eminim ortaya çıkan sayılar oldukça tartışılacak boyutlarda olacaktır.
Liseye geçmek, hatta çok iyi bir liseye geçmek gençler için yeterli olmuyor. Lise sadece uzun bir koşunun başlangıç adımı gibi bir noktada kalıyor. Ortaokulda beklenilen her şey tekrar katlanarak önümüze sürülüyor.
Bu sefer işler daha ciddi, bu sefer sorumluluk daha fazla, ortaokulda olan çocuk büyür ve lisede artık bir birey haline gelir. Ve bireyler kendi hayatlarını bir şekilde kazanmak zorundadır. Ülkemizde asgari geçim şartlarında yaşayan ailelerin sayılarının oldukça fazla olduğunu ve aslında toplumun çoğunluğunun bu insanlardan oluştuğunu göz önünde bulundurursak, bu ailelerin çocukları için liseden sonra adam akıllı bir üniversiteye girebilme, hayati bir önem taşıyor.
Geldiğimiz bu günün şartları altında her insan parası kadar insan, parası kadar itibarlı olunca hakikaten okuyan tüm gençlerin istikbalinin üniversite yerleştirme sınavlarından aldıkları puanla alakalı olmadığını düşünmek son derece mantıksız. Üniversite sınavları bir nevi sizin bir şekilde itibar kazanma, aş kazanma hatta hayatınızı devam ettirebilme lüksünü kazanma şansı haline geliyor. İstediğimiz kadar eğitim sistemini eleştirelim, istediğimiz kadar biz üretici, sorgulayan veya sanatçı insanlar yerine belli konularla bezenmiş, belli soru kalıpları ile donatılmış aynı sorulara aynı cevapları verebilecek bireyler yetiştirildiğini söyleyerek sitem edelim, sonuç olarak var olan sistem bu. Ve var olan insanlık bir şekilde bu sistemin arasına girmek zorunda.
Son yapılan ÖSYM sınavına iki milyona yakın kişinin girdiğini ve bunların arasında elli bine yakın kişinin sıfır çektiğini yani barajın altında kalarak üniversite denen hayaller ülkesinin kapısından ters dönüş yaptıklarını biliyoruz.
Merak ettiğimiz diğer husus ise bu barajı geçenler arasından kaç kişinin iş imkânı geniş olan bölümleri okumak için kaliteli üniversitelere veya istedikleri yerde istedikleri bölümleri okumaya hak kazanacakları. Sonuçta üniversite bir okuldan çok daha fazlası ve hatta üniversitede önemli olan fakültelerde okutulan derslerden daha çok bu süreçte edinilen bilgi, beceri, sosyal ilişkiler ve kültür.
Birçok öğrenci üniversiteyi anne ve babasından, memleketinden ayrı kalarak bir yerlerde okumaya, bitirmeye çalışıyor. Bu süreç zarfında hem birçok insanla tanışma imkânı hem de o vakte kadar karşılaşmadığı birçok durumlar karşılaşma imkânı sağlıyor. Çekilen her sıkıntının insanın birikimine bir katkı olduğunu düşünürsek üniversite hayatı acısıyla tatlısıyla insana bolca değerler katmasından tartışmasız apayrı bir yerde durmakta.
Ve gelelim üniversite hayatının sonuna; üniversite bitse de dert bitmiyor. İnsan, okulu bitirdiği yerden hayata başlayamıyor. Önünüze okuduğunuz bölüme göre özel sektörlerin kapısında yatıp-kalkmalar, sonu gelmez iş tecrübesi isteyen patronlara dil dökmeler geliyor.
ALES, TUS ve en bilindiğinden KPSS sınavları çıkıyor. Şimdi en basit bir devlet memurluğu için KPSS puanı şart. Bunun için 70 taban puanı ise sadece başvurulara kabul edilmek için bir ön şart. Gerisi sınavlardan geçince önüne serilen mülakat belası. İşin içine mülakat lafı girince araya adam sokma cabası, adamın yoksa oturup ağlama faslı. Velhasıl bitmiyor. İşine girip, belli zamanda belli miktarda aldığın maaşı hesabında görmeye başlamadan hiçbir sıkıntının sonu gelmiyor.
Bu arada özel sektör ile devlet kapısı arasında kalmak gibi bir başka sıkıntı daha var. Evet, paranın iyisi özel sektörde ama yarının garantisi yok, çalışma saatlerinin belli bir süresi yok, süreye itiraz edersen yarın kapıdan içeriye alınacağının garantisi yok. Parası iyi ama belli yere gelene kadar çalışma saatleri de menfi anlamda oldukça iyi. Yine en iyi devlet kapısıdır. En basitinden devlete bir kez giren mafyaya bir kez giren adam gibi bir daha çıkması oldukça zordur. Belli kuralların yeri geldiğinde en iyi şekilde işlendiği sistemlerden biridir devlet. Zira şikayet eden de edilen de edilen şikayeti takip edecek olan da takip edilen şikayeti yargılayacak olan da devlet adamıdır. Ve bir şekilde çok ayyuka çıkan bir hadise, yüz kızartıcı bir durum olmadıkça devlet, adamına sahip çıkar. Bu sebeple ülkede yaşayan herkesin belki de ortak tek hayali devlet memuru olmaktır.
Hayat zor. Hele belli başlı kuralları hiçe sayarsak hepten zor.
Gelirimizin yüksek ya da alçak olması değil, sonuçta insanlığımızın yüksek ya da alçak olması bize bizi hatırlatacaktır. Ve insan, insan olduğunu, aciz olduğunu, bu gün kendi ağlıyorsa yarın bir başkasının ağlayabileceğini bildiği zaman kötü olmaktan, elindekini kötüye kullanmaktan ve kötüye göz yummaktan vazgeçecektir. Dünya herkesi doyuracak kadar büyük ve bereketli olsa da bazıları doyamayacak kadar canavar ve aç. Sorunlarımızın temelinde parayla ilgili olan hadiselerden daha çok insanlıkla ilgili olan meselelerimiz yatıyor. Öncelikle çözmemiz gereken sıkıntılar aslında bambaşka.
Avrupa ile aramızda neden 50 yıl fark var?
Yüz Yıl Sonrası İse Düşündüğün Halkı Eğit!