Pokemon’lu yıllardan kalan

Küçük bir erkek çocuğu için en güzel çizgi filmin yayınlandığı dönemde yaşamanın mutluluğu içimizdeydi, ‘kendini Pokemon sanıp” balkondan atlayan dallamadan önceye kadar. Travma yarattı o çocuk bizde.

Pokemon'lu yıllardan kalan

Tarih 9 Nisan 2003

Annemden aldığım parayla bakkala gidiyorum, cips almaya. Tabi öncelikle cips alacağınız bakkalı seçmemiz gerekiyor. Yaşlı ve refleksleri zayıf bir ‘bakkal amca’ bizim işimizi çözer. Bir “süpermarket’te cipsleri mıncıklama ihtimaliniz pek olmuyor zira. Kapitalist düzende cipsleri mıncıklama hakkınız yoktur, sadece alırsınız. Cipsleri mıncıklamaktaki amacımız da yanlış anlaşılmasın, taso çıkaracağız içinden. Ve taso çıkmayacak bir cipse para vermek, o zamanki çocukların aklına da pek yatmazdı. Yani ben gidip, bu cipsi, “cips olduğu için değil; içinden taso çıkacağı için” alıyorum sonuçta. Mantıklı düşünmek lazım…

Cebimde kendi tasolarım var, bir avuç dolusu. Ama ‘yeni bir cipsten çıkmış, yeni bir taso‘nun size vereceği mutluluğu’ eminim başka hiçbir şey vermez. Hem eve geri dönerken bir arkadaşıma da denk gelirsem şayet; güzel de bir taso oynarız. İhtimaller işte. O zamanda da seviyormuşum ihtimalleri. Bak değişmeyen bir şey buldum. Yoksa zaten Dünya çoktan değişti, kabulüm…


“Kendini Pokemon sanıp”

Küçük bir erkek çocuğu için en güzel çizgi filmin yayınlandığı dönemde yaşamanın mutluluğu içimizdeydi, ‘kendini Pokemon sanıp” balkondan atlayan dallamadan önceye kadar. Travma yarattı o çocuk bizde. Bu ülkede, küçük bir çocuğun, sabahın  sekizinde izlemek için uyandığı, akşam haberlerinden önce eve gelmesine sebep olan çizgi filmi yasakladılar, hem de balkondan “Ben Pikaçuyum!” diye atlayan bir çocuk yüzünden. Oğlum, evladım ‘sen bunu nerenle izliyorsun ki’? Pikaçu’nun uçma özelliği yoktu la, Picigeto desen yine neyse…

Haberlerden önce yayınlanıyordu! Televizyon tarihi için bu bir ilkti. Akşam eve erken gitmemizin uyarıcısı da değişmişti. Ezan olarak belirlenen ‘eve dönüş saati’ artık Pokemon’un başlangıçlarına filan denk geliyordu. Haberler pek içaçıcı değil ama devamında onu da izliyorsun, ister istemez. Okulda siyasetle alakalı bir konu filan olur, öğretmen: “Irak’ın kimyasal silahları, Amerika’nın bölgemize demokrasi getirmesi ve Saddam’ın geleceği” hakkında soru sorarsa cevaplamak lazım sonuçta, ülke meselelerine kafa yormak o zamanlarda da önemliymiş. Şimdi de pek farkı yok ama olsun, Suriye’de savaş filan oluyormuş, demokrasi filan getireceklermiş yine, iyi olur, iyi olur. Demokrasiden kime zarar gelmiş ki canım…

Her neyse, taso almaya gidiyorduk.

Yaşlı bir bakkalcınız varsa eğer, refleksleri gereği cipsleri mıncıkladığınızın pek de farkında olmuyordu. Farkederse de kızıyor yani, sıkıntı…

“Alıyorsanız alın, ezmeyin la şu cipsleri!”

Elimde hissettim taso’yu. E, tabi bundan sonra başka bir sorun ile karşılaşmayı da hiç istemem: “Bende olan bir taso’nun aynısı çıkma ihtimali”.

Bazı tasolar herkesde bulunmuyordu malum. Bu Pokemon işinin de böyle bir hiyerarşisi vardı, ne yapalım. Balbazar mesela. Öbür tasoların yanında daha bir kımıl kımıldı. Ben Balbazarımı fazla ortaya çıkarmazdım, eski tasolarımla oynardım oyunumu. Sevdiğin şeye değer vermek o zaman daha da mı önemli miymiş? Uydurma lakırdılar bunlar efendim! İnanmayınız bu Pokemon lobisine!

İkindi vaktine yakın yoruldum. Çok oynamaktan silinmiş  bir  tasoyu arkadaşıma iteleyene kadar canım çıkmıştı. Ha bir de o zaman da böyle şeyler vardı: “Çocuklarınızı tasodan uzak tutun, ilerde kumarbaz olur yoksa!“, “Çocuklarınızı pokemondan uzak tutun, Pokemon olduğunu düşünüp balkondan filan atlar sonra!“, “Pokemon, çocuklarınızı dünyadan koparmak için icad edilmiş birşeydir, gelmeyin bu İsrail oyunlarına! standart yani, değişmiyor bu adamlar…

Patlayan şekerler vardı tabi bu arada. Cipsten artan parayla bir de patlayan şeker aldım. Bir şekerin, insan ağzında “çıtırt, çıtırt” diye patlama sesleri çıkarması büyülü birşeydi bizim için. Pokemon oynayarak tasolarını kazandığım arkadaşın yanında açtım patlayan şekeri.

Ne de olsa 1 kişide patlaması da 2 kişide patlaması aynı efekti veriyor. Ya da arkadaşlık işte, kıyamıyorsun. Ama ben daha çok olan kısmını döktüm avucuma. Anlamamıştır bendeki kısmın daha çok olduğunu, anlasa söylerdi şimdiye kadar.

Ağzımıza aynı anda attık şekerleri ve kimin ağzında daha büyük patlamalar meydana geldiğini yarıştırma kısmına geldik. Tükürükle etkileşime geçen şekerlerin hangimizde daha büyük patlamalar yarattığı konusunda anlaşamadık. Bir süre sonra ağzımızdan gelen “çıtırt’ sesleri kesilince, hiçbirşey olmamış gibi yolumuza devam ettik. Çocuk olmasaydık eğer belki birbirimizi bile öldürebilirdik, şimdiki zamanlarda…

Eve dönüş zamanı geldi. Ayrıldım, beraber patlayan şeker yediğim, bir de elinden tasolarını emeğimle kazandığım arkadaşla. “Yarın gene oynarız, evden çağırıyorlar, yoksa ben de gitmem valla“…


Eve geldim. Tasolarımı özenle koydum en korunaklı cebime. Annem oturmuş, akşam yemeği için fasulye ayıklıyordu, televizyon karşısında. Annem genelde televizyonu izlemek için açmazdı. Evde kimse yokken, televizyondan gelen seslerle, o ‘ses’ boşluğunu doldurur gibiydi. Ama bu sefer durum farklıydı. Normalde Esra Ceyhan gibi programlar açık olurken bu sefer Ntv vardı, arka planda.

Bağdat düştü!

Bağdat düştü! yazıyordu. Bol kırmızılı alt yazıda. Amerikan askerleri Bağdat’a bilmem kaç kilometre yakınlarda, bla bla bla…

Bir şeyler oluyordu ama ne olduğu belli değildi. Kamera büyük bir heykele odaklanmıştı. Bir adamın heykeliydi bu. Sağ eli yukarda, sol eli aşağıda, halkını selamlar pozisyonda…

Heykelin bacaklarına birileri tırmanmaya başladı. Heykele zarar vermek gibi bir amaç içerisinde oldukları, tüm dünya televizyonlarından canlı olarak gösteriliyordu. Heykelin başına ne geleceği iyice merak uyandırdı bende de. Önce bir adam, çekiç gibi bir şeyle vurmaya başladı, hınçla.

Yıkılmaya yaklaştı ama yıkılmadı. Sonra bir halat bağladılar heykelin kafasına, vinç yardımıyla devirdiler. Muhteşem sevinç gösterileri eşliğinde. Heykelin baş kısmını bir iple bağlayarak sokaklarda gezdirmeye başladılar, halkın arasında.

Benim yaşlarımda bir çocuk, ayağından çıkardığı 2 terlikle heykelin kafasına kafasına vuruyordu. İlginçti epey. ‘Bağdat düştü” ne demekti ki? Sonradan öğrendim: Iraktaki kimyasal ve biyolojik silahları bulmak için girmiş Amerika. Hem bu arada da, ‘demokrasi’ getirmiş, ne güzel valla…

Pokemon tasolarından geriye bende bu küçük hatıra kaldı…

Geçenlerde akıllı telefonlar için oyunu çıktı Pokemon’un. İndirdim hemen, bin bir zahmetle. Daha ülkemizde yayına girmemiş falan filan. Biz taso çıkarmak için cips alıyorduk oğlum, bunlarla mı korkutacaksınız bizi?

Geçmişten bu güne ne değişmiş diye düşündüm sonra.

“Bakkallar iyice azaldı, Çocuklar içinden taso çıkmasa bile hala cips alıyor, patlayan şekerlere ne oldu fazla bilgim yok, denk gelemiyorum raflarda. Annemi kaybedeli 5 sene oldu bu arada. Şimdilerde herkes çocuklarından şikayetçi ‘dışarı çıkmıyor şu bilgisayar, tablet yüzünden‘ vesaire, Diyanet-Sen ‘Pokemon yasaklansın‘ demiş yine, geçenlerde internette gördüm: “Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in Heykelini Yıkan Adam” ağlıyordu, hatta epey de pişmanca, yıkılan heykeli terlikleriyle döven yaşıtım, kim bilir şimdi nerede?

Bu arada, şimdiden selam olsun, Türkiye’nin ilk Pokemon mağduru olacak olan arkadaşa!

Hiçbir zaman büyük laf etmeyi sevmedim ama şimdiden söylüyorum:

Pokemon kırmızı çizgimizdir!

Kimse bizim sabrımızı test etmeye kalkmasın, çocuklarınıza sahip çıkın atlamasın balkonlardan güçlü Pokemon yakalayamadıktan sonra, araba çarpmasın bir vatandaşımıza Pokemon yakaladığı esnada, Pokemon topu alma yerlerinde pusuya yatmasın suç işleme potansiyeli yüksek kardeşlerimiz, Pokemonları savaştırırken birbirlerine girmesin insanlar, sallamalarla…


Pokemon Kırmızı çizgimizdir. Pokemon bizim travmamızdır. Yasaklayamazsınız bu defa!

Çocukluğumun kayıp aranıyorları: Geçmişe özlem