Artık uzaklaşan kalpler ülkesi güzel ülkem ve insanları. Uzaklaştıkça çırpınan ve ne yapacağını bilmeyen adeta bilincini yitirmişler ülkesi. Birbirine düşmüş aslında zavallılıklarını da akillik edasıyla örtmeye çalışanların ülkesi…
Kendini kaybetmiş aslını unutmuş uzak kalpler diyarı bir memleket ve insanları… Tarih bunları da yazıyor elbet. Ha unutmadan en çok kayda alan da ilahi adalet!
Saymakla bitiremeyeceğimiz acıların ve karmaşaların ülkesi artık Türkiye’m…
Anlatmak istediğime şöyle başlayayım…
Efendim hikâye bu ya: Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj Nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp: “İnsanlar neden birbirlerine öfke içinde bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri: “Çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince, ermiş:
“Ama öfkelendiğimiz insanlar yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile aktarabilecekken niye bağırırız? diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.” (* Kısa Hikaye arşivinden alıntıdır.)
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
“Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine asla izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
Hikâyeden de anlaşıldığı üzere birbirimizin yanı başındayken bile kalplerimizin uzak olduğu, bir yandan sağır, dilsiz ve uyuyanlar, bana dokunmayanlar bin yaşasın’cılar ülkesi olmadık mı biz?
İnsanlar uykudadır ve öldüğü zaman uyanacaktır (Hz. Muhammed) hadisi tam da bu sözü açıklıyor. Meskalin etkisi altında kalmış, beyni uyuşturulmuş birer şizofren hastası gibiyiz güzel ülkem insanları…
Biz ne zaman uyanacağız?
Şimdi soruyorum:
– Biz ne zaman uyanacağız?
– Güç ve iktidarın ve dahi bedenimizin bize verilen birer emanet olduğunu ne zaman anlayacağız?
– Her ne iş yapıyorsak yapalım hakkın daima hak sahibine teslim edilmesi gerektiğini ve adaletten asla şaşmamız gerektiğini ne zaman anlayacağız?
– Bir mazlumun ahını almanın vebalini mutlaka ödeyeceğimizi ne zaman anlayacağız?
– Zamanlarının çoğunu para kazanmak ve bu parayı saklamakla geçiren insanlar en sonunda önemli olanın parayla satın alınamayacak şeyler olduğunu ne zaman anlayacak?
– Komşum açken karnını tıka basa doldurmanın rahatsızlığını maden suyunda arayan ey insan! Aslında yükselen nefsinin kurbanı olduğunu ne zaman anlayacaksın?
Haksızlığa olan her suskunluğumuzun içimizde gittikçe çözülemeyecek düğümler oluşturduğunu ne zaman anlayacağız?
– Her şeyi bildiğimizi sanıp aslında öğrendikçe hiçbir şey bilmediğimizi ne zaman anlayacağız?
– Yeni nesillere neredeyse emanet bırakabileceğimiz güzel ve değerli hiçbir şeyimizin kalmamak üzere olduğunu ne zaman anlayacağız?
– Menfaat uğruna hakkını gasp ettiğimiz her insan hakkının sırtımıza yüklenen birer taş olduğunu ve gün gelip bunun altından kalkamayacağımızı ne zaman anlayacağız?
Ramazanın ve oruç tutmanın yalnızca bir “açlık süresi” olmadığını ne zaman anlayacağız?
***
Anlaşıldığı üzere anlamamız gereken ve anlayamadığımız, anlayıp da asla işimize gelmeyen her ne kadar soru varsa yanıtı da içinde saklı…
Sözüm meclisten içeri uzaklaşan kalpler diyarında biz insan olmayı ne zaman başaracağız?
İnsanın bu âlemde düzeltebileceği bir şey varsa o da yalnızca kendisidir. O halde ne duruyorsun, ne duruyorum, ne duruyoruz?