Ana Sayfa Kitap Yaban romanından bugüne: Görmezden geldiğimiz insanlar

Yaban romanından bugüne: Görmezden geldiğimiz insanlar

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1936 yılında yazdığı “Yaban”, dönemin aydın ve köylüsü arasındaki iletişim çatışmalarını anlatan bir roman. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen Türkiye’nin okumuş ve elit kesimi kibrini yenememiş, köylüleri ise bir sınıf bilinci oluşturamamıştır. Dolayısıyla aradaki uçurum hala aynı.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 1936 yılında yazdığı "Yaban", dönemin aydın ve köylüsü arasındaki iletişim çatışmalarını anlatan bir roman.
Fotoğraf: Koray Akten

 Yakup Kadri’nin Yaban’ı

Kurtuluş Savaşı’nda sağ kolunu kaybeden subay Ahmet Celal, emir eri Mehmet Ali’nin Porsuk Çayı yakınlarındaki köyüne yerleşir. Nehir kenarında olmasına rağmen köy oldukça kurak, halkı ise garibandır. Sakat olduğu için ilgi ya da merak uyandıracağını düşünen Ahmet Celal, köyde tam tersi bir tavır ile karşılaşır. Köylüler kendisine ne alaka ne de asker olduğu için saygı gösterir. Emir eri de köye gelince tamamıyla değişmiş, asker olmadan önceki haline dönmüştür. Köylüler hareketlerini tuhaf, hatta korkutucu buldukları subaya “Yaban” adını takmıştır. Ahmet Celal ise köylüye kaba, bayağı ve sefil der. Evlenmek ister ama köydeki kızları biçimsiz, bücür veya şişman bulur. Halkın çok sevdiği Şeyh Yusuf köye geldiğinde O’nu terslediği için Şeyh o sene köyden erken ayrılır. Bu köylülerin subayı iyice dışlamasına sebep olur. Ahmet Cemal okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasında çok büyük bir fark olduğunu idrak ettiğinde ise biraz da kendini suçlar.

Türkiye’nin ilk solcu muhalif dergisi Kadro’nun da kurucularından olan Yakup Kadri, romanlarında yarattığı karakterler ve ruhsal çözümlemeleriyle ele aldığı dönemin toplumsal gerçekliğini okuyucuya yansıtabilmiş ve “toplum için sanat” ilkesine bağlı kalmış bir ‘Türk Aydını’dır. Uzun süre milletvekilliği de yapmış olan yazar, Yaban romanında yıllarca yüzüstü bırakılmış olan köylü ile halk için çalıştığını düşünen aydın kesim arasındaki uçurumu göstermek ister.


Türk aydını

türk aydını koray akten kutuplaşma
Fotoğraf: Koray Akten

“Doğru bilgi, insanı ancak ahlaklı davranışlarla doğru eyleme taşıyabilir” (Sokrates)

Aydın denildiğinde genellikle entelektüel açıdan yetkin, bilgili, yol gösterici ve düşünce önderleri kastedilmektedir. Ama eğitim ve kültür imkânlarına sadece sınırlı sayıda insanın erişebildiği ülkelerde, standardın üstünde eğitim almış kişiler de aydın olarak görülmektedir. Bu durumda Türkiye’de üniversite okumuş, yazı yazan, akademisyenlik yapan hatta tartışma programlarında ahkam kesebilen mankenler bile ‘aydın’ sınıfına konulabilir.

Ne var ki ülkemizdeki birçok aydın, Ahmet Cemal gibi hitap ettiği kitleden farklı bir hayat yaşar ve genelde halkı fildişi kulelerinden aydınlatmaya çalışır. Çünkü bu aydınlar okuyup öğrendikçe halktan uzaklaşmış, Batı’nın kültürel kalıplarını benimsemiş, bilgisi ve ekonomisi geliştikçe egosu yükselmiş ve kendini ‘özel kişi’ zannetmeye başlamıştır. Bazıları kendi kültürüne o kadar uzaklaşmıştır ki; devrimleri ya da kahramanlıkları kendi kültüründen çıkmış Atatürk üzerinden değil, Latin devrimci Che Guevera üzerinden anlatmaya çalışmıştır. Bu şekilde aslında ‘ben bu zavallı kültürün bir parçası değilim’ diyerek aşağılık kompleksini ortaya çıkartır. Zaten milletini kalkındırmak yerine kendi statüsünü yükseltme gayesi güden aydından milli tepkiler vermesi beklenmez.

Bazı aydınlarımız ise aslında halktan biri olduğunu göstermek için çoğunluğun bilinçsizce savunduğu söylemleri desteklemiş, doğru ve haklı bildiğini savunmaktan vazgeçmiştir. Etnik köken ve dine dayalı suni sorunları kendine dert edip, bu ülkenin insanları toplu olarak nasıl bilinçlenir diye düşünmemiş, mağdur olarak görünen grubun yanında yer alarak karşı grubu daha da kışkırtmıştır. Türkiye’nin yaşadığı sorunlara bilim ve sağduyunun ışığında, uzlaşmacı bir tavırla bakmak yerine ideolojilere yenik düşmek, kimlik üzerinden çözüm üretmeye çalışmak bu meselelerinin çözümünü ertelemekten başka bir sonuç vermez.

Uzun lafın kısası; Türk aydını bildiği doğruları halka nasıl aktaracağını henüz öğrenememiş, ayrıca ‘adam olmaz bu halk’ diyerek aradaki uçurumu daha da derinleştirmiştir. Dolayısıyla Yalçın Küçük “Türk Aydını” tanımlamasında pek de haksız sayılmaz:

“Zoru gördüğünde kaçan, tembel ve ün peşinde olmaktan kendini alamayan kimseler.”

Aydın insanlardan beklenen; tarafsız, muktediri eleştirebilecek cesarette ve olayları daha geniş bir bakış açısıyla yorumlayabilmeleridir. Fakat günümüzde “aydın” tanımını tekrar yapmamız gerekiyor. Örneğin aydın kesimin icra ettiği düşünülen “gazetecilik” artık; “siyasal iktidar, partiler, ordu, sermaye grupları, cemaatler veya diğer çıkar gruplarına hizmet eden ve doğru bilgi, ahlak, tarafsızlık gibi değerlerin büyük kısmını korumakta zorlanan bir meslek olarak tanımlanıyor.

Türk köylüsü

koray akten türk aydını aydın sorunu köylüler
Fotoğraf: Koray Akten

Baston soksan yeşerecek verimlilikteki topraklara sahip köylü ise, tarım ve hayvancılık işini bırakıp, ülkenin saman ithal etme noktasına kadar gelmesine izin verdi. Toprağı ekip biçmesi, doğaya sahip çıkması, kendi tükettiğini kendi üretmesi, ülkenin beslenme ihtiyacını en iyi şekilde karşılaması ve kendini sömürtmeden emeğinin karşılığını alması gereken köylü sınıfı, artık kendi gıdasını bile marketten alıyor. Meddah, köy tiyatroları, aşıklık geleneği, folklor oyunları, imece gibi eski kültürel adet ve gelenekleri ise artık çok az köyde görebiliyoruz.

Çünkü günümüzün köylü kesimi artık daha ziyade şehirlerde yaşıyor. Tarım yapamadıkları, kırsalda iş bulamadıkları için şehirleri geçim kaynağı olarak görüyor; bu suni ve kapitalist hayata adapte olmaya çalışıyorlar. Şehir pahalılığında ailesine katkı sağlamak isteyen yaşlı teyze, plastik sepetine doldurduğu lavanta keselerini lüks mağaza önlerinde satmaya çalışıyor. Bu semtlerde oturanlar lavanta kesesinden ziyade tütsü ya da kokulu mum almayı tercih eder ama sadaka mahiyetinde lavanta da alabilir. Günümüzde artık hijyen takıntısı herkese sirayet ettiğinden ve kimse cebinde ütülenmiş mendil taşımadığından paketlenmiş ıslak mendil lavantadan daha çok satar aslında. Bu yüzden yaşlı teyze ıslak mendil de satar. Yani misafiri olduğu şehirde köylü kadın şehirli insanı tanımaya gayret eder. Nişantaşı’na alışverişe gelmiş herhangi birinin ise bu kadını tanıma veya anlama gibi bir çabası olmayacaktır.

Açlık sınırında yaşayan bir insan için ifade özgürlüğünün hiçbir anlamı olmaz. Muhtemelen bu yüzden kendi hakkını aramak için sokağa dökülen çiftçi de oldukça azdır ülkemizde. Neyse ki; şehirden kırsala göçerek ‘bilinçli köylü sınıfını’ oluşturan, köylere gidip gönüllü çalışan, çocuklara ders veren gençlerimiz ve her şeyin temelinin tabiat ana olduğunun bilincinde insanlarımız hala var. İmece Evi ve Alakır Nehri Kardeşliği bunlardan bazıları…


Aysun Kayacı ne kadar haklı?

Aysun Kayacı ne kadar haklı?
Fotoğraf: Koray Akten

Manken Aysun Kayacı 2008 yılında sunduğu bir tartışma programında, dağdaki çoban ile yüksek vergiler ödeyen kendisinin oyunun aynı değerde olmasının adaletsiz olduğunu söylemişti. Halkın yaşadığı hayat şartlarını tanımayan Kayacı, bu ülkenin başbakanlarının zamanında çobanlık yaptığını ve kendisi gibi tüketmeyip üretim yaptığı için köylünün zaten vergi ödememesi gerektiğini düşünememişti.

O zamanlar kınanan bu lafa, yakın zamanda haklılık payı verenler oldu. Çünkü Aysun Kayacı‘nın adres gösterdiği kesim, bugün kendisine değer verildiğini hissettiren ama modern kesimin nefret ettiği iktidarı destekliyor. Ve zamanında hor görülmüş kişilerin bugün ülkeyi yönetiyor olması bazılarınca hazmedilemiyor.

Geçen yıl ise Erol Evgin “okuyanla okumayan ve bilen ile bilmeyen bir olur mu?” manasında başka bir laf etmişti. Erol Evgin’in bilgiyi yücelten ve cehaleti yüreklendirenleri eleştiren bu lafı da diğer birçok doğru söylem gibi doğru anlaşılmadı…

Köy Enstitüleri yeniden açılsın

Efendiler! Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten çok refah, saadet ve servete layık olan köylüdür. Diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır… Yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima horlayarak karşılık verdiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu asli sahibin huzurunda bugün büyük utanç ve saygı ile gerçek duruşumuzu alalım. Mustafa Kemal’in TBMM üçüncü toplanma yılı açılışında (1 Mart 1922) yaptığı konuşmadan.

Eğer ortada bir mağduriyet durumu varsa, çare mağur edeni değil mağdur olanı bilinçlendirmektir. Zira mağdur mağduriyetinden kurtulduğu zaman, ezen kesimin bir ferdi olacak; eski hayatını hatırlamak istemeyecek, fakir ya da mağdur başka birini gördüğünde yolunu çevirecektir.

Köy Enstitüleri, “İş içinde eğitim, eğitim içinde iş” anlayışıyla ülkenin toprağını işleyen köylüyü hem eğitecek; köylü hem düşünecek, hem de çalışacaktı. Zamanın feodal düzeninin kabul edemeyeceği bu sistem, kendisi de toprak sahibi olan zamanın Başbakanı tarafından 1954’te kapatıldı. Atatürk’ün teşvikiyle açılmış ve beklenen gelişmeyi gösterebilmiş Köy Enstitüleri, ülkedeki sınıflar arasındaki uçurumu azaltabilirdi. Günümüzde ise Köy Enstitülerine denk gelecek hiçbir milli eğitim kurumu yok.

1940’larda açılan Köy Enstitülerinin amacı; Osmanlı’nın son yıllarında sadece vergi kaynağı ve potansiyel asker olarak görülen köylü sınıfını bilinçlendirmek, köylerdeki okuma yazma oranını yükseltmek ve tarımdaki verimliliğin artırmaktı. Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi Köy Enstitülerinde yetişen yazarlar da eserlerinde köylü ve işçi sınıfının sorunlarını işledi ve Anadolu konusunu Türk romanının belirgin bir özelliği haline getirdiler. Ülkemizin uygar toplumlar arasına girebilmesi için köylülerimizi eğitmeli ve bilinçlendirmeli, okumuş kentli kesim ile Anadolu Köylüsü’nün arasındaki farkı gidermeliyiz. Yaban romanının ana düşüncesi de budur.

NOT: Yaşadığı toplumun ferdi olabilen ve bilgisini samimi bir şekilde halka aktarmak isteyen aydınlarımızı tenzih ederim.


Fotoğraflar için Koray Akten’e teşekkür ederiz.

Çıktık açık alınla ama neden bu hale geldik?


Deniz Alan Held
1974 Ankara doğumlu ama 2 yaşından beri Istanbullu. Çocukluk ve gençliği cimnastik ve dans çalışmalarıyla geçti. 2000 yılından beri yoga yapıyor. 2002 yılında evlenip yurtdışına yerleşti ama bir ayağı hep Istanbul'da oldu. Çocuklardan sonra, Norveç'te hayalindeki işin eğitimini alma fırsatı geçti eline. Trondheim Üniversitesi'nde Medya Bilimi ve Görsel Kültür dalında lisans ve yüksek lisans okudu. İki yıl Zürih, 10 yıl Trondheim'da yaşadıktan sonra 2014 yazında eşinin memleketi Almanya'ya yerleşti. Şİmdi iki oğlu ve eşi ile sakin bir hayat sürmekte, ve Türkiye'nin Gezi Gençleri'nce yönetileceği çağdaş bir ülke olduğu hayalini kurmakta. // ENGLISH: Born in Ankara in 1974, moved to Istanbul at age 2. Spent lots of time with gymnastic and contemporary dance at early ages. since 2000 practices rather yoga. Married to a German in 2002 and move to Zurich. Later lived 10 years in Norway/Trondheim and eventually settled down in Germany. Studied Media Science in Trondheim and finished master degree in 2012. Has two sons. Looking forward to the days that Turkey is eventually led democratically by the Gezi youth.