Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in Atatürk’ün hastalığı, son günleri ve ölümü hakkında notlarından… Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra çıkan gazetelerin manşetleri nasıldı?
Atatürk’ün hastalığının ilk belirtileri
1937 yılında Atatürk’ün en çok şikayetçi olduğu rahatsızlık, vücudunun muhtelif yerlerindeki, bilhassa ayaklarındaki kaşıntıydı. 1937 Ekim’inde bu kaşıntıların müsebbibinin Çankaya köşkündeki “et yiyen cinsinden küçük kırmızı karıncalar” olduğu söylenince, bu defa âdeta bir seferberlik ilan edildi.
Genelkurmay zehirli gaz uzmanı Nuri Refet Korur’un tavsiyesi ile köşkün “Cyclon B” denen siyanidrik asit gazıyla dezenfekte edilmesi kararlaştırıldı. Bu zehirli gaz gemilerde farelere karşı da kullanılmaktaydı. Bu bakımdan Yavuz gemisinden uzman bir ekip getirtildi. 7 Şubat 1938 günü işe girişilerek, köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kağıtlarla kapatılarak gaz geçirmez bir hale getirildi. 48 saat müddetle köşk yoğun bir gaz altında tutuldu.
Hastalık teşhisi kondu: Siroz
Bütün bu faaliyetlerden sonra köşk kırmızı karıncalardan temizlendi ama Atatürk’ün kaşıntıları yine geçmedi. Bunun üzerine yurt dışından doktorlar getirtildi. O sırada Atatürk’ün karnı da çok miktarda su toplanmaya ve bu su şiddetli rahatsızlık vermeye başlamıştı. Doktorlar yaptıkları muayene neticesinde hastalığa teşhis koymuşlardı. Bütün belirtiler, hastalığın “Siroz” olduğunu ortaya koyuyordu. Doktorlar hastanın karaciğerinin artık vazifesini yapmadığını, zehirlenmenin başladığım, vücuttaki yağların tamamen eridiğini, şimdi de etlerin erimekte olduğunu söylüyordu.
22 Eylül 1938
Ağustos 1938’de hastalık iyice artmış, karında çok miktarda su toplanmıştı. Bu yüzden Atatürk ızdırap içerisindeydi. Sonunda bu suyun alınmasına karar verildi. Prof. Mim Kemal Öke, 7 Eylül 1938’de Atatürk’ün karnında toplanan suyu şırınga ile aldı. Karından 12 litre su çıkmıştı.
Ne var ki bu müdahaleden birkaç gün sonra karında tekrar şu toplandı. Bunun üzerine 22 Eylül 1938’de yine Prof. Öke karındaki suyu aldı. Bu defa da yaklaşık 12 litre kadar mayi çıktı.
Bu gibi çalışmalara, bütün bakım, tedavi ve ihtimamlara rağmen rahatsızlık günden güne şiddetleniyor, karında yine su birikiyordu.
Ekim başlarından itibaren yaşanan gelişmeleri Prof. Dr. Şehsuvaroğlu anlatıyor:
13 Ekim 1938
Karından yine su alındı. Çekilen su şişelere boşaldıkça Atatürk, “Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Karın içinde taşınabilir mi?’ diye sordu. “On buçuk litre dolayında su boşaltılmıştı. Su alınması sona erince Atatürk, “Oh… Çok rahat ettim. Şimdi bana bir sigara ile bir kahve verin” dedi.
16 Ekim 1938
Dr. Neşet Ömer İrdelp Atatürk’ün geçen geceden beri bozulduğunu ve yine bundan evvel olduğu gibi tenebbüh (üstün uyarlılık) arazı, fikirlerde karışıklık ve hareketlerinde gayri tabiilik meydana geldiğini anlattı. Gece sıkıntılı ve uykusuz geçmiş. Bazen hiddet ve şiddet göstermiş. Sabah yatağından defi hacet (büyük abdest) için bideye binmiş. Arkaya doğru yatak tarafına düşmüş. Lâkin kendini bilmiyormuş. Günü ajitasyon çırpınma ile geçirmiş. Yatakta çırpınıyormuş; bağırmış, hiddet etmiş. Birkaç defa kusmuş. Saat 18.50’de tamamıyla kendisinden geçmiş.
Bir gün evvel 40 dakika kadar bayanlarla görüşmüş ve diğer bazı zevatı kabul etmiş. Şüphesiz yorulmuştur. Odasına girdik. Yatakta yatıyor, kendini hiç bilmiyordu. Mütemadiyen bilhassa sağ bacağını çekiyor. Kollarını oynatıyor, başının vaziyetini değiştiriyordu. Gözleri açık, bakış mânâsız idi, bazen: ‘Off!…’ diyordu.
“Aman dil”
Bu günler için Dr. İ. A. Özkaya da şöyle diyor:
16 Ekim pazar günü saat: 14.30’u gösterirken Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ile Prof. Dr. Atatürk öke, Atatürk’ün yattığı odanın koridorunda bazı ilaçları hazırlamaktaydılar. Atatürk yatağında oturmuş devamlı olarak öğürüyordu. Bir taraftan da: “Bırak, bırak…” diye bağırıyordu.
Etrafındakiler kendisini yatırmak istedilerse de o buna karşı geldi. Bu yüzden gerekli görülen ilaçların enjeksiyonu otururken yapıldı. ‘Bırak, bırak… Çabuk…’ gibi kelimeleri ardı sıra tekrarlıyordu. Bir ara ağzından az miktarda sarı renkte sıvı geldi. Küçük buz parçalan yutturuldu. Aradan bir müddet geçince öğürtü kesildi. Bundan sonra Atatürk, “Beni kaldırınız” dedi. “Oysa yatırınız demek istemişti. Böyle olduğu anlaşılınca yatırıldı.
Bu sırada baş ucuna yaklaşan Hasan Rıza Soyak’ın, “Buz iyi geldi mi efendim?” sorusuna, “Evet” cevabını verdikten sonra kendisini kaybetti. Komaya girmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyordu. Bir yandan da ‘aman’ kelimesini uzatarak: “Aman dil, aman” diye söylenmeye başladı.
18 Ekim 1938
Sabah saat 10.30’dan başlamak üzere sık olarak ‘Aman dil, aman dil, bu geceden efendim’ sözlerini tekrarladı. 17.30’dan itibaren 65 dakika süre ile uyudu. 17.37’de bol idrar dolayısı ile yatağı değiştirildi. 19.45’te aynı hal tekrarlandı.
19 Ekim 1938
Çamaşırları, bu arada yatmakta olduğu büyük karyola çarşafları ile birlikte küçük bir karyolayla değiştirildi. Saat 15.30’da kendisinden istenilen hareketleri yapabildiği dikkatleri çekti. Örneğin söylendiğinde dilini gösterdi. Vakit vakit uyukluyor ve etrafı ile ilgileniyordu. Saat 17.00’de kendiliğinden şişeyi isteyerek idrarını yaptı.
21 Ekim 1938
Atatürk gözlerini açtı ve karşısında o anda yanında olan Başsofracısı İbrahim Ergüven’i gördü ve ona:
“İbrahim, sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?” diye sordu.
İbrahim Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini, bir defasında da dört kişinin yardımı ile kendisinin bir battaniyenin üzerinde başka bir yatağa alındığını, bu sırada üzerine çıkılan karyolanın kırıldığını ve şimdiki ile değiştirildiğini anlattı.
7 Kasım 1938
Bugünün ilk dakikalarında Atatürk arka üstü yatarken, bir ara tükürdü ve tükürüğünde kan dikkati çekti. Çok sıkıntı içindeydi. Arada bir öksürüyordu. Gece, aralıklı olarak bir saat uyudu. El ve ayaklarında farkına varılan soğukluk oğuşturularak giderilmeye çalışıldı.
Aynı günün sabahı saat 10.30’da doktorlar yanına geldiler. Karnında toplanan sudan o kadar rahatsız olmaktaydı ki bunun mutlaka alınmasını istedi.
Atatürk o gün öğleden evvel Dr. Nihat Reşat Belger’i çağırdı ve ona:
“Doktor, karnımdaki bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü, bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın” dedi.
“Dr. Nihat Reşat Belger’in:
“Emr-i devletinizi yarın ifa ederiz. Çünkü malum-u devletiniz üzere su çekilmeden önce kalbi takviye edecek tedbirler almak zarureti vardır” demesi üzerine Atatürk:
“Emrediyorum. Bunu bugün çekin” diye çıkıştı.
“Vakit öğleye yaklaşmıştı. Atatürk başta özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ile diğer doktorları yanına çağırttı ve:
“Ben çok muzdaribim, hemen suyu alın!” diyerek isteğini tekrarladı.
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp:
“Efendimiz, yarın yapılacak, her şey hazırlanıyor” diye cevap verdi.”
Atatürk: “Bugünle yarın arasında ne fark var? Hemen yapınız” diye direndi.
“İlk ponksiyonu yapmış olan Prof. Dr. Mim Kemal Öke’nin halen Gülhane’de ders vermesi dolayısı ile sarayda bulunmadığı, ertesi güne ertelenmesi gerektiği anlatıldı ise de Atatürk,
“İşte Dr. Kâmil (Berk) Bey var, zaten bu işi en iyi beceren de o imiş, o yapsın” dedi.
Bu direniş karşısında doktorlar yanından ayrıldılar. Doktorların dışarı çıkmalarıyla beraber Atatürk’ün kaşları çatıldı ve sesi de hiddetlendi:
“Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur” dedikten sonra karnını göstererek, “Bu dayanılmazdır” diye ekledi.
Hazırlığını tamamlayan Dr. Kâmil Berk saat 12.00’de ponksiyona başladı. Atatürk karnındaki bütün suyun alınmasını istedi ve boşaldıkça ne kadar su çıktığını soruyordu. Çekilen su miktarı litre hesabı olarak Dr. Nihat Reşat Belger tarafından izlenmekteydi. Gerçekte altı litre su alındığı halde Atatürk’e bunun iki katı söylendi.
Bu ikinci su alınmasından sonra Atatürk epeyce rahatladı ve canı enginar yemeği istedi. Fakat bu sebze o zaman İstanbul’da bulunmadığından Hatay’a ısmarlandı. Enginar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı ve yemesi kısmet olmadı.
8 Kasım 1938
Gece fena geçti, derin confusion mentale (düşüncede, aklî çalışmalarda karışıklık) var. Bu sabah daha açıktır. Saat: 18.00’de iki defa kay etti. Akşama doğru yine dimağî teşevvüşler oldu ve geceye doğru fazlalaştı.
“Beni gezdir” diyor, sonra:
“Beni sağ tarafıma yatır” diyor, “ört, ört!” diye emrediyor. Bay Rıdvan çıkmak istiyor.
“Nereye gidiyorsun? Of beni kaldır, belki bir şey olur” diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 6.00’da uyanıyor. Süt veriliyor.
“Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?” diye soruyor ve tekrar uyuyor.
“Rıdvan!” diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lâkin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor.
“Beni kaldır” diye ısrar ediyor.
“Of! Of!” diyor. Bir şey söylemek istiyor. Lâkin kelimeleri seçemiyor.
Atatürk’ün son sözü
Atatürk’ün son komaya girişini Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak anlatıyor:
“Özel hekimi Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp Atatürk’ten dilini uzatmasını istiyor ama Atatürk dilini içeri çekiyor. Kafasını sağa çevirip, biriyle konuşur gibi “Aleykümesselam” diyerek 8 Kasım 1938 saat 19.00’da komaya giriyor. Vefat edene kadarki 38.5 saat boyunca konuşmuyor. Ben Nahl Suresi 32’inci ayet ve Vakıa Suresi 91, 92’inci ayetlerde anlatılan inançlı bir insanın ölüm anının gerçekleştiğine inanıyorum. Kuran-ı Kerim’de anlatıldığı gibi Atatürk’ün ruhunu almaya gelen Azrail’e selam verdiğini düşünüyorum.”
9 Kasım 1938
Atatürk komada. Sıçramalar var. Akşama doğru nefes borusu dolgunluk sesleri başladı. Serum şırıngaları tatbik ediliyor.
10 Kasım 1938
Ehval-i umumiye (genel durum) fenadır. Koma devam ediyor. Agoni raileri (nefes borusu dolgunluğu) var. Saat 00:05’te sonda ile 140 cc.lük idrar boşaltıldı. Saat 02:00’de yarım balon oksijen verildi.
Saat 8:00
Atatürk’ün yüzü daha da soldu. Sapsarı oldu ve birden gırtlağından “Hi… Hi… Hi…” diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kâmil Berk gözleri yaşlı ve bir eli karyolaya dayalı olarak, diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su verme çabasındaydı. Üzüntüleri solgun yüzlerinden okunan Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmekteler.
Saat 9:05
Atatürk birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi. Ve son nefesini verdi.
Not: Prof. Bedii Şehsuvaroğlu’nun “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” isimli kitabından alıntıdır. Şüphesiz ki Atatürk’ün yakınında bulunan doktorlar ve şahıslar hatıralarını nakletselerdi bu konuda daha geniş ve daha teferruatlı bilgi edinilebilirdi.
Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in Atatürk’ün hastalığı, son günleri ve ölümü hakkında notları:
Atatürk’ün hastalığı
Millî kahraman ve şanlı kumandan Atatürk, uzun süren hastalığı esnasında milletçe hayranı olduğumuz yüksek vasıflarından hiçbir şey kaybetmemişti. Hastalığının sonuna kadar tıpkı sıhhatli zamanlarında olduğu gibi daima keskin ve nafiz bakışlı, berrak ve selîs ifadeli, çelik gibi kavî iradeli, müstesna bir fıtrat idi. Her gün fizik kuvvetinden biraz daha kaybettiği ve gittikçe zayıfladığı halde, bu cihanşümul şöhretli hastanın insan kütlelerini sevk ve idarede müstesna bir kabiliyete sahip yüce şahsiyeti hemen göze çarpıyordu. Sayısız yüksek meziyetlerine meftun olduğumuz Atatürk’ü hastalık, fikren ve manen hiçbir veçhile sarsmamış ve değiştirmemişti.
Hiçbir endişesi yoktu
Hastalığının mahiyeti kendisine izah edilirken dahi ne yüzünde, ne sözünde hiçbir endişe, hiçbir üzüntü eseri sezilmiyor, söylenilenleri soğukkanlılık ve tam bir sükûn ile dinliyordu. Mütemadiyen yatakta yatmakla geçen uzun aylar zarfında bir defa bile hastalıktan şikâyeti işitilmedi, hiçbir sabırsızlığı görülmedi, metaneti asla gevşemedi. Hastalığının vahim ve mühlik mahiyeti bittabi kendisine açıkça anlatılmadı. Fakat müphem olduğu kadar ölçülü ifadelerle izah edilen durumun ciddiyetini Atatürk anlamıştı. Lâkin zannediyorum ki ölüm hiç aklından geçmemişti; zira sözlerinde ve suallerinde ölümü aklına getirmeyen ve ölmekten korkmayan bir insanın ruh haleti aşikâr idi.
Vasiyetname
Bu, belki hayatını vatan ve milletinin şeref ve haysiyetini yükseltmeye vakfeden büyük bir askerin, ölümü istihkara alışık olmasıyla izah edilebilir. O halde Atatürk, niçin ölümünden iki ay evvel bir vasiyetname yapmaya karar vermişti. Buna sebep, karnında biriken mayiin bir iğne ile alınacağı kendisine anlatıldıktan sonra ponksiyon denilen bu tedavi yapılırken bilhassa bir barsak delinmesi gibi vahim bir komplikasyonun zuhur edebilmesini düşünmüş olması idi. Vasiyetname, işte bu düşüncenin ilham ettiği bir ihtiyat tedbiri olmuştur; hastalığın, ölümüne sebep olacağı kanaat ve endişesinin bir tesiri olmamıştır. Atatürk’ün bu kanaati hastalığının son günlerine kadar asla değişmeksizin devam etti.
Ölümünden iki ay kadar evvel geçirdiği ve bir günden fazla süren birinci komadan harikavî bir hayatiyet ve mukavemetle kurtulan Atatürk, bu son derece vahim komplikasyona dahi ehemmiyet vermeyerek vefatına sebep olan ikinci komadan yirmi gün kadar evvel şu dikkate şayan sözleri söylemişti:
“Anlaşılıyor ki bundan sonra ben alîl bir adam gibi yaşayacağım. Artık hayatımı ona göre tanzim etmeliyim. İstanbul’un muhtelif semtlerinde ve meselâ birkaç ay Florya’da, bir süre Yalova’da, sonra da Alemdağı’nda kalmalıyım.”
Bu sözlerden sonra bana hitap ederek, “Yarın Alemdağı’na gidiniz. Oranın havası ve suyu çok meşhurdur. Orada iklim şartları bakımından ikametime elverişli münasip bir yer seçiniz. Sıhhatim için bir zamanlar da orada yaşarım.” demişti.
Bu emrin ertesi günü İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, Cumhurbaşkanlığı Genel Kâtibi Hasan Rıza Soyak, Başyaver Binbaşı Celâl ve diğer bazı zatlarla birlikte Alemdağı’na gittik. Taşdelen ve civarında dolaştık. Nihayet Sultan Aziz’in Alemdağı’nda yaptırdığı köşkü gördük ve pek münasip bulduk. Akşam saraya avdette Atatürk beni çağırttı. Malûmat istedi. Gördüklerimizi ve düşündüklerimi söyledim. Köşk’te ikameti tasvip etti. Ne yazık ki hastalık artık çok ilerlemiş, Atatürk’ün kuvvet ve dermanı tükenmiş ve Alemdağı’na gitmesine hiç imkân kalmamıştı. Yirmi gün sonra hayata veda eden Atatürk’ün, biraz evvel naklettiğim hazin sözleri, onun ölümü aklına bile getirmediğinin en kuvvetli bir delili değil midir?
Hastalığının en son safhalarında bile iyileşmemekten hiç fütur getirmeyen Atatürk, devletin en mühim işleri ve dünya siyaseti ile ilgilenmekte devam ediyordu.
Hükümet Başkanını, Hariciye Vekilini ve diğer bazı devlet ricalini kabul ediyor, onlardan malûmat istiyordu. Onlara düşündüklerini söylüyor ve direktifler veriyordu. Bu mülakatları takip eden günlerin birinde milletlerarası durumun pek gergin olduğundan bahis açan Atatürk, çok zaman geçmeden Avrupa’da korkunç bir fırtına kopacağını, o müthiş kasırganın dünyanın her tarafına yayılacağını, insanlığın umumî bir harp musibetinin bütün fecayii ile bir kere daha karşılaşacağını beyan ettikten sonra, “Bizim için bu kanlı badirede tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir maniaya çarptırmadan sevk ve idare ederek harp dışında ve sulh içinde yaşamaya çabalamak, bizim için hayatî ehemmiyeti haizdir” demişti.
Sıhhatli zamanlarında olduğu gibi hastalığı esnasında dahi uzağı gören, iyi düşünen, en uygun kararları alan bu büyük asker ve devlet adamı, akıbet hastalığa mağlup oldu ve muazzam bir şan ve şeref halesi içinde edebiyete intikal ederek kendisini ihtiraslı ve sonsuz bir hayranlıkla seven, tekrîm eden milletini ebedî bir mateme gark etti.
Hemen her milletin askerî kıtalarla cenaze merasimine katılmaları, milletler topluluğunda, en şuurlu insaniyet âleminde dahi bu büyük kaybımızın ne kadar umumî ve derin bir teessür uyandırdığının açık ve bariz belirtileri olmuştur.
Not: Atatürk’ün hastalığı esnasında, kendisini tedavi ile görevlendirilen hekim kadrosu müdavi ve müşavir hekimlerden oluşuyordu. Müdavi hekimler: Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger. Müşavir doktorlar: Prof. Dr. Âkil Muhtar Özden, Prof. Dr. Hayrullah Diker, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter, Dr. Abravaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kâmil Berk.
Prof. Dr. Nihat Reşat Belger kimdir?
Nihat Reşat Belger (1882, İstanbul – 29 Eylül 1961). Askeri Tıbbiye ve Paris Tıp Fakültesini bitirdi. İç Hastalıkları ve Hidroklimatoloji Mütehassıslığı, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyeliği, Kızılay Genel Başkanlığı, IX. Dönem İstanbul Milletvekilliği, Kurucu Meclis Milli Birlik Komitesi Temsilciliği (6 Ocak 1961 – 29 Eylül 1961) ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı yaptı. Profesör Belger, Mustafa Kemal Atatürk’ün özel doktoruydu. Siroz teşhisini koyan ilk doktordur.
11 Kasım 1938 tarihli gazete manşetleri