İslam Dininin devlet talebi var mıdır? Adalet ve Kalkınma Partisi yönetime geldiği günden beri gündemden düşmeyen bir konu… Hemen hemen her gün köşe yazılarında, televizyon programlarında, her türlü tartışmalarda Laiklik – Müslümanlık ikilemi üzerine fikir beyan ediliyor.
“Gerçek bir Müslüman, devlet işleri de dâhil olmak üzere tek hükümdarın Tanrı olmasını savunmalı mıdır, laik düzeni tüm kalbiyle isteyen kişi İslam’a ters düşmekte midir?” gibi sorular belki de en temelde yatanlar. Laik olmak ve Müslüman olmak hakkında tanımlar havada uçuşuyor.
7 Eylül 2007 tarihli Hürriyet gazetesinde, Özdemir İnce’nin “Okumaya meraklı Cumhurbaşkanı’na laiklik konusunda” başlıklı yazısını okuduktan sonra konuya biraz daha angaje olduğumu hissettim. Yazısına Abdullah Gül’ün TBMM kürsüsündeki konuşmasında yapmış olduğu laiklik tanımıyla başlıyor:
“Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden laiklik, bir hak ve özgürlükler sistemi olan demokrasinin içerisinde farklı hayat tarzları için özgürleştirici bir model olduğu kadar, bir sosyal barış kuralıdır da. Yalnız bu kadar değil; Hemen her toplumda zaman zaman baş gösteren çatışma ve kavga unsurlarını daha baştan ortadan kaldırmanın en kestirme yolu da yine laiklik ilkesine bağlılıktır. Coğrafyamıza özgü gerçekleri düşündüğümüzde, din ve vicdan özgürlüğünü de içinde barındıran laiklik ilkesinin değerini daha iyi kavramış oluruz.”
Cumhurbaşkanının yapmış olduğu tanıma hiçbir şekilde katılmayan Özdemir İnce, “Laiklik bir kılık – kıyafet yönetmeliği olmadığı gibi kavga ayırıcı hakem de değildir” diyor. Tanımın değerlendirilmesinde Prof. Dr. İbrahim Kabaoğlu’nun da yorumu da bu yönde ve ekliyor: ” (Laiklik), En başta hukuk kurallarının dinsel buyruklardan esinlenmemesi demektir.”
Bu yorumlardan da yola çıkarak laikliğin en genel tanımı için; laiklik, devlet yönetiminde her hangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir diyebiliriz. Bu tanıma göre Devlet “bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez.” (Başgil: 5, Onar: 563).
Hepimizin hatırlayacağı gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konu hakkındaki en çarpıcı demeci, 1994 yılında yaptığı bir konuşmada geçer.
“Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman. Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisinin bir arada olması. Durum böyle olunca ben Müslüman’ım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da Laik’im demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslüman’ın yaratıcısı olan Allah kesin hâkimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak yalan, koskoca bir yalan.”
Tabii ki bir fert için ‘laik olmak’ veya ‘Müslüman olmak’ kavramları kıyaslanması hatta dile getirilmesi imkânsız olan bir durumdur çünkü ‘Müslüman olmak’ bireye yüklenebilecek bir sıfatken; laiklik devletlere özgüdür. Dolayısı ile kavramsal olarak hiçbir devlet Müslüman, insan ise laik olamaz.
Fakat bunca kavramsal karmaşa ve yanılgı içerisinde olmasına rağmen, Erdoğan’ın demek istediğinde ilgi çekici bir nokta var. Bu kötü formüle edilmiş argümantasyon içerisinde çıkarılabilecek sav şudur; Gerçek bir Müslüman, İslam’ın tanımı ve içeriği gereği, devlet yönetiminde de Tanrı’nın koyduğu kanunların uygulanmasını ister; Tanrı dışında referans alınan herhangi bir egemenlik odağı (örneğin halkın egemenliği) çevresinde ortaya çıkan her türlü kanuni düzenleme arayışı da dinden çıkış anlamına gelir.
Kısacası Erdoğan’ın demek istediği (eğer yanlış anlamıyorsam), İslam özü gereği (ve bir Müslüman da mensubu olduğu dinin gereği) devlet talebinde bulunmaktadır. Bu talepten feragat edildiği andan itibaren Müslümanlık iddiasında bulunmak mümkün değildir.
Birçok düşünüre ve araştırmacıya göre; Kur’an doğru okunduğunda, özellikleri dolaylı yoldan ve genel hatlarıyla belirlenmiş bir devlet kavramını bulmak mümkün. Kur’an’daki birçok ayette, Tanrı’nın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet hükümleri” diye adlandırıldığını görebiliriz.
Yani, İslam’a göre yapılanmış ve şekillenmiş olan devlet ve toplum düzeni İslami, böyle olmayanların durumu ise ‘câhilî hüküm’dür. 1301–1373 yıllarında yaşamış olan tefsir bilgini İbn Kesir, Tefsîr’ül – Kur’ân – Azim isimli eserinde şu yorumu getirmekte : “Allah, her türlü hayrı kapsayan ve her türlü şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatına dayanmaksızın konulmuş görüş, heva ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. […] Her kim böyle yaparsa o kâfirdir.” (II/67)
Muhakkak ki tefsir önünde sonunda yorumlamadan ibarettir. Fakat Kur’an’ın Nisa suresinde (4/105) ve Kehf suresinde yer alan (18/26) ayetler, yorumun çok da isabetsiz olmadığını kanıtlar gibi; “Muhakkak biz sana kitabı Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için hak olarak indirdik”, “O, hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz”.
Bütün bunların karşısında görünen o ki İslam gerçekten bir devlet talebinde bulunmakta.
Ve anlaşılan o ki; imanın şartlarından biri olan Kur’an’a olan inanç ve şartsız teslimiyet karşısında; devlet düzeninde laiklik isteyenler, laik düzenin bir parçası olmak isteyenler, ayetlerde apaçık belirtilenleri değillemiş (yadsımak) olduklarından dolayı din dışına düşmüş oluyor. Eğer denklem buysa ve kesinse; kimliklerimizde yazılanın aksine büyük bir çoğunluğumuzun esasında Müslüman olmadığı ortaya çıkıyor.
Laiklik – Müslümanlık ikilemi üzerine daha yıllarca konuşulacağı, tartışmalar yaşanacağı kesin gibi görünüyor. Bu tartışmalardan çıkış yolu da ciddi, eksiksiz araştırmalardan geçiyor.