Uzun zamandır zihnimi meşgul eden iki filmi geçen ay izleme şansı buldum. “Issız Adam” ve “Sonbahar” filmlerinden söz ediyorum. Her ikisi de hem seyirci tarafından hem de sinema dünyasının içinden olumlu eleştiriler almıştı.
Film izlerken hep şu soruyu sorarım kendime; kahramanları gerçek mi, yaşamış mı, etrafımızda var mı? Hemen kısa yoldan söyleyebilirim ki, her iki filmin de kahramanları bizim bildiğimiz insanlar.
Ancak Issız Adam “Alper” sınırlarını biraz zorluyor. Alper’in tek başına yaşadığı ve kimseyi almak istemediği hayatına dâhil ettiği “Ada” karakteri özellikle İstanbul’da benzerlerine artık çok rastlayacağımız türden uyanmış, feleğin çemberinden geçmiş, olup bitenin ve olması gerekenin de fazlasıyla farkında bir kişilik.
Ada, Alper’in davetini kabul edip onun evine gittiğinde o gece orada kalabileceğini, gecenin bir aşk ayini ile sonlanabileceğinin de bilincinde. Hatta belki de benzerlerini batı sinemalarında gördüğümüz kadınlar gibi o gece birlikte olmayı kafasına koymuş bir kişilik. Buna karşın sabah uyandığında geleneksel bir kadınmış gibi tepki verecek kadar bizden biri.
Çağan Irmak yapımı
Filmin büyük bir bölümünü tebessüm ederek hatta gülerek izlemekle birlikte finale doğru yönetmen Çağan Irmak’ın yapımlarında özellikle kullandığı gözyaşı sahnelerinde başka bir son olabilir miydi diye düşündüm.
Bizim sanatımızda eksik kalan bir şey var. O da kahramanlarımızın kişilik çözümlemelerini daha tam olarak oturtamıyoruz. Yani Alper’in ıssızlığı nereden kaynaklandığını, onun neden uç noktalara savrulduğunu ayırt etmekte zorlanıyoruz.
Ada’nın Alper’in annesiyle kurduğu ilişki de bana çok tanıdık geldi ve ister istemez büyükannelerimi hatırlattı. Anne figürü de benim çevremde çokça gördüğüm bir kişi. O annenin Alper gibi bir çocuk yetiştirmiş olmasında bir terslik var gibi sanki. Ada’nın annesiyle kurduğu yakın ilişki ve bir anda aileden biri olması Alper’i rahatsız etmiş olabilir. Ancak tek başına kadını hayatından atmasına yeter sebep mi? Çünkü Ada, Alper’in hayatındaki diğer kadınlara benzemiyor ve çok ciddi bir ayrıcalığı var. Alper’in internetten tanıştığı ya da gecelik para karşılığı kurduğu ilişkilerden başka bir kadın arkadaşı yok. Hatta erkek arkadaşı da yok. Bu haliyle sosyetenin önemli bir restaurantının sahibi olması da filmin zorlaması olmuş.
Ancak Alper’in aşçı rolünü kusursuz yaptığını izleyebiliyoruz. Bunun sebebinin çocukluğundan beri bu işin içinde olduğunu öğreniyorum. O zaman bu yeteneğinin filmde sergilenmesi nedeniyle senaryonun şekillendiği sonucuna varmak mümkün. Ben olsaydım Alper’in sadece aşçı olarak kalmasını sağlardım sanırım. Aşçılık da bir sanat ise sanatçının yalnızlığı o zaman çok daha iyi anlaşılabilirdi.
Issız Adam’ın bize hatırlattığı bir başka şey eski plaklarımız ve pikabımız.
Bağlamaya çalışırsak, Issız Adam kent yaşamının insan üzerindeki yansımalarını insana verebilen başarılı bir yapım olmuş.
Sonbahar’ın kurgusu da, görselliği de, tekniği de çok farklı.
Bu filmi izlerken yıllar önce Tarık Akan’ın oynadığı “Ses” filmini hatırladım ister istemez. İşkence ve hapishanelerin yarattığı etkinin psikolojik yansımalarını anlatan iki filmin kahramanlarının ortak özelliği sessizlikleri, uzun uzun dalıp gitmeleri…
Böyle mi olur?
Yaşamadan bilmek mümkün değil elbette. İnsan o dönemde bütün kişilik özelliklerini, onurunu, varlık nedenini, her şeyini yitiriyor. Zaten amaç da bu değil mi? İşkence dediğimiz şey sadece o kişiden bilgi almak değil; ona ait insani değerleri de yok etmek. Hele siyasi nedenlerden ötürü bu uygulamalarla karşılaşan kişinin büyük bir yıkıma uğramasını anlamak çok zor olmasa gerek. Anlamakta zorluk çekenlere Erdal Öz’ün “Yaralısın” isimli romanını tavsiye edebilirim.
Yusuf’un hapishane macerası 1997’de yaşanmış F Tipi hücrelere karşı yapılan ölüm oruçlarıyla başlıyor ve on yıl devam ediyor.
Yusuf bütün bunların üstüne bir de yaşamının sonlanması kesin olacak bir sağlık sorunu ile yüzleşiyor. Ölüm, onun tutsaklığının bitmesine yardımcı oluyor. Yaşamının son günlerini geçireceği memleketi, Hopa’ya dönüyor.
Filmin bundan sonrası tam bir dia gösterisi gibi. İçinde filmin kahramanı Yusuf’un ve muhteşem bir doğanın olduğu peş peşe film karelerini izliyor gibisiniz. Film sanki Hopa, Çamlıhemşin ve Kemalpaşa’nın belgeseline dönüşüyor. Tempo olağanüstü düşüyor.
Yusuf’un (Alper’inkinden) çok daha gerçekçi “ıssızlığına” konsomatris Gürcü güzeli eşlik ediyor. Gürcü güzeli de en az Yusuf kadar sessizlik içinde yaşıyor ve sadece bedenini kiralayarak geçinmeye çalışıyor. Onun da en büyük çelişkisi yaşadığı bu hayat. Gürcü güzelinin bu çelişkisini en iyi anlatan özet cümleyi Yusuf’la karşılaştıkları kitapçıda tezgâhtar yapıyor. Gürcü güzeli içeri girip Rus yazarlarının eserlerini soruyor. Kitabı satın alıp çıktıktan sonra da tezgâhtar “bunların orospusu da entelektüel oluyor” diyor. Doğu Bloğunun dağılmasıyla ortaya çıkan bu gerçek filme eşlik ediyor sanki. Üniversite eğitimi almış Gürcü güzeli içinde bulunduğu hayatı bir türlü kabullenemiyor. Özellikle de Yusuf’la karşılaşması, adamın ona karşı yaklaşımından etkileniyor. Filmin finalinde onun ülkesine geri dönüşünü izliyoruz.
Sonbahar’da bir sıkıntı da verilmek istenilenin bir türlü verilememesi olarak dile getirilebilir.
Hindistan’da ölüm odaları var. İnsanlar bir sonraki hayata çabucak geçebilmek veya ölüm-doğum döngüsünden kurulmak için bu ölüm odalarına girerek ölümü beklerler. Yusuf da sanki ona benzer bir şekilde köyünde tek başına ölümü beklemektedir.
Yusuf kendisi adına filmde tek bir şey istiyor. O da çocukluk arkadaşı Mikail’le birlikte yaylaya çıkmaları. Mikail’in öyküsü de hayat karşısında yenilgiye uğramış, düşlerini gerçekleştirememiş bir adam olarak anlatılıyor. Yusuf kendisinden çok daha farklı bir hayat süren arkadaşına sığınıyor ve hayatının son günlerinde onun arkadaşlığına sırtını dayıyor.
Yusuf’un annesi de bizim daha çok Uzakdoğu sinemalarında gördüğümüz türden.
Film bittikten sonra bende bıraktığı etki Yusuf’un yaşadığı yerleri görme isteği oldu. Yani filmin hikâyesinden çok doğa etkiledi beni. (10 Ağustos 2009)