Yeni Türkiyeciler pek hoşlanırlar Osmanlı padişahlarını yere göğe koyamamaktan. Gerçi Mustafa Kemal ile karşılaştırdıklarına hiç tanık olmadım ama akıllarından geçirdiklerine o kadar eminim ki… Bu bir niyet okuma falan değil, 50 yıldır bu ülkede yaşıyor olmanın kazandırdığı bir sezgi. Mustafa Kemal’i en çok yönetim tarzı, din konusundaki yaklaşımı ve alkol üzerinden eleştirenlere, ben de bir karşılaştırma sunayım. Hem de onlara güzel bir sürpriz olsun!
Aklımda hep deli sorular…
Mesela Mustafa Kemal’e diktatör diyenlere şunu sorarak başlayayım:
Hangi diktatörden bahsediyorsunuz? 30 yıl Meclis-i Mebusan’ı keyfe keder kapalı tutan o yere göğe koyamadığınız II. Abdülhamit’den mi; yoksa ülkesi işgal altında iken bile Meclisi kapatmayan Mustafa Kemal’den mi?
Veya din düşmanı diyenlere şunu sorayım:
Hangi din düşmanından bahsediyorsunuz? I. Dünya Savaşı’nda “halife” sıfatıyla cihat ilan ettiğinde bir tek Müslüman ülkenin bile iplemediği Sultan V. Reşat’dan mı; yoksa Kurtuluş Savaşı’nı başlattığında ilk maddi ve manevi desteği Hint Müslümanlarından gören Mustafa Kemal’den mi?
Veya iki sarhoştan biri olduğunu kastedenlere şunu sorayım:
Hangi sarhoş kafadan bahsediyorsunuz? Türkiye’yi 220 yılda 20 milyon kilometrekareden 400 bin kilometrekareye sıkıştıran, yani 50 misli küçülten ayık kafalı 15 padişahtan mı; yoksa 3 yılda 800 bin kilometrekareye çıkartan, yani 2 misli büyüten Mustafa Kemal’den mi?
Üstelik tüm bunları yapan Osmanlı’nın en zor döneminde dünyaya gelmiş, 7 yaşında babasız kalmış, tek kurtuluşu askeri okulda bulmuş, hapse girmiş, sürgün yemiş, idama mahkum olmuş, en yakın arkadaşlarının ihanetine uğramış, sıcak yatağından çok arazide yatmış, gözünü Libya’da, böbreğini Bitlis’te bırakmış, cebindeki saat sayesinde ölümden dönmüş, Milli Mücadele’yi başlatmış, Samsun’a çıkıp umutsuz topluma umut vermiş, ikna etmiş, şimdilerde benzerleri omzundaki yıldızları galaksilerdekilerin sayısına nasıl eşitleyeceğinin hesabını yaparken o general üniformasını çıkarmış, maaşından ve mevkiinden vazgeçip ortada beş parasız kalmayı göze almış, Sakarya ve Dumlupınar’da büyük risklere girmiş, yeni bir devlet kurmuş, yüzyıllara sığacak devrimleri 10 yıla sığdırmış, müritten öğretmen, fidandan orman yaratmış, ölürken de tüm mal varlığını ülkesine bağışlamış bir yetim.
Bu kadar mücadeleden sonra ele geçirdiği iktidarı bir de kendi eliyle Osmanoğulları’na mı teslim etseydi? Rüyanda görürsün anca.
Bakın saltanatın kaldırılmasının görüşüldüğü sırada Atatürk durumu nasıl ifade etmiş:
“Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına, vazıulyed olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil, almış bulunuyor.
Bu bir emrivakidir. Mevzuubahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir.
Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır.
Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk)
Yani demiş ki burada tartışılan konu saltanatın kaldırılıp kaldırılmaması değil, bunun kanuna nasıl yazılacağı. Onun için boşuna kafanı riske atma!