Prag’a varınca Revolucni Caddesi üzerindeki otelimizi aramaya koyulduk. Tarihi bir binanın önünde durduk. Adres tamam ama ortada ne bir levha ne de binada öyle bir görünüm var. İlk akla gelen his, dolandırılmış olma duygusu…
Bir şehri tanımak ancak o şehirde yaşayan insanların hayatına dokunarak mümkün olur. O yüzden oldum olası tur şirketi organizasyonu ile yapılan gezilere soğuk bakmışımdır. Genelde kendi rotamı kendim çizer, kendi organizasyonumu kendim planlarım. Gezilerin aylar öncesinden başlayan planlamaların içinde neler yok ki…
En uygun fiyata uçak biletinin bulunması, ihtiyacımızı gören en düşük maliyetli aracın kiralanması, şehirler arası uzaklıkların hesaplanıp tahmini varış zamanlarının tespiti, yapılacak kilometrelerin hesaplanması, otel rezervasyonlarının yapılması, gezilecek şehirlerin tarihi ve turistik yerleriyle ilgili bilgi toplanması, tahmini bütçenin çıkarılması…
Her ne kadar obsesif kişiliğin yansıması olan bu organizasyon detaycılığında ilk başta maliyetin düşük tutulmasındaki azami gayret göze çarpmakta ise de taviz vermeyeceğimiz kriterlerimiz var tabii.
Bunlardan biri de konaklama için şehir merkezinin tercih edilmesi. Konfor önemli değil banyolu oda olsun yeter. Tek kriter, şehir merkezinde banyolu odası olan ucuz bir tesis olunca birtakım sorunlar da kaçınılmaz oluyor haliyle.
Prag’a varış
Viyana’dan sabah yola çıktık ve Çankırı ayarındaki Bratislava üzerinden Prag’a ulaştık. İlk işimiz otelimizi aramak oldu. Ve bir daha hiçbir yerde karşılaşmayacağımız muhteşem bir otele giriş macerası yaşadık.
Otopark bularak arabayı emniyete almak ilk hedefti. Ancak Çek bir otoparkçı ile karşılaşmamız sonrasında yaşanan diyalog devreleri yakan modda gelişti. Vltava Nehri kenarında bir açık otopark bulduk. Otoparkın girişinde bir tabela var ve üzerinde tek fiyat yazılı: 1 saat = 150 kron. İki gün şehirde kalacağımızı ve ne kadar ödeme yapmamız gerektiğini sordum.
Vahşi kapitalizmin felsefesini kavramaktan uzak, sosyalizm artığı zavallı Çek, hesap makinesini eline alır almaz olayın nereye varacağını anladım. “150 x 48 = 7200 Kron” deyiverdi. Arkadaşa ayaküstü Adam Smith, kapitalizm, serbest piyasa ekonomisinin felsefesini anlatacak değilim. Bu konulara o kadar uzaklar ki… Haliyle teşekkür edip ayrıldık.
Sonunda serbest piyasa ekonomisinin mantığını nispeten kavramış bir AVM nin kapalı otoparkına koyduk arabayı. Çek otoparkçının söylediği rakamın aşağı yukarı 2/3’si fiyatına.
Prag’da otele giriş
Arabadan çıktık ve Revolucni Caddesi üzerindeki otelimizi aramaya koyulduk. Tarihi bir binanın önünde durduk. Adres tamam ama ortada ne bir levha ne de binada öyle bir görünüm var. İlk akla gelen his, dolandırılmış olma duygusu…
Sonra dış kapı zilinin üzerinde aradığımız tesisin ismini görünce umutlanma… Ve nihayet zilin üzerindeki numarayı aradığımda fark ettiğim, telefonumu yurt dışı kullanımına açtıramamış olmamın verdiği karamsarlık…
Sonrası malum, bir yandan söylenen eşimin diğer yandan “Ben bu otele girmeyi asla başaramayacağım” duygusunun yarattığı özgüven eksikliğine yol açan ruh çöküntüsü…
“Bu ruh haliyle sokaklarda dolaşırken köşebaşındaki dönerciyi görür görmez iki gözümden yaş boşaldı, çok duygulandım.” Karşımda “Menem öz gardeşimsen” diyen sempatik bir Azeri Türk’ü. Gayri ihtiyari ellerimi açarak “Allah’ım beni bu denli mutlu ettirecek sana ne yaptım?” dedim. Hararetle sarıldım. Bir iki hoşbeş vatan muhabbetinden sonra onun telefonunu kullanarak otelin sorumlusuna ulaştık.
Prag’da bir zarf üç anahtar
Zat-ı muhterem incelik gösterdi, rezervasyonumuzu hatırladı. Kendisine içeri nasıl girebileceğimizi sorduk. “Gelip bize kapıyı açar mısınız?” dedik.
Gelemeyeceğini, kullandığımız telefona birazdan bir şifre göndereceğini, o şifre ile otelin aşağı kapısında bulunan kilitli posta kutusunu açmamızı söyledi. Şifreyi alınca doğruca otele gittik. Soğuk savaş döneminin casus romanlarını aratmayan kurguyu aynen uyguladık. Kutunun içinden sarı bir zarf çıktı. Zarfın içinden ise bir kağıt ile üç anahtar.
Anahtarlar numaralandırılmış ve kağıtta hangi numaralı anahtarın hangi kapı için olduğu yazılı. Birinci anahtarla dış kapıyı açıp binaya girdiğimizde Agatha Christie romanlarından fırlamış bir sahne dekorunun yarattığı soğuk ve ürpertici atmosfer tüm benliğimizi kapladı.
Bugün aynısına Pera Palas Oteli’nde rastlayacağımız demir ferforje kapılı asansör ile altıncı kata çıktık. İkinci anahtarla içeri girdiğimizde tüm oda kapılarının 40 metrekarelik karanlık bir koridora açıldığı mekan ile karşılaştık. Üzerinde oda numarası yazan üçüncü ve son anahtarla da odamıza ulaşabildik.
Ve buranın bir otel değil banyolu odaları olan bir pansiyon olduğunu anladık. İlk “Hoş geldiniz!” sözünü ise ertesi günün sabahı karşılaştığımız temizlik görevlisinden işittik. Meğer pansiyon görevlisi temizlik ve kahvaltıların dağıtılması için öğlene kadar çalışıyor, öğlen ise kapıyı kilitleyip çıkıyormuş. Üç anahtara sahip konuklar da kapıları açarak odalarına giriyorlarmış. Bu tecrübe, tasarrufun bizi getirdiği son noktaydı.
temsili resimEşimin “Allah için parası neyse verelim, ne olur bir insan yüzü görerek odamıza girelim!” sözünün ağırlığını oğlumun verdiği destek bile hafifletmedi. Söylenecek hiçbir söz yoktu. Eşim ne dese haklıydı.