Deseler ki; “Senin ömrün artık bin yıldır, var git dilediğince yaşa!” Sen bin yıl yaşamayı diler misin? Her yanı bir diken gibi göze batan, göz yaşartan şu dünyada bin yıllık sabaha uyanıp, bin yıllık gecede uyumayı ister misin?
İstersin ya…
Bir fitnedir dilden dile, gönülden gönle sirayet eder: Mutluluk.
Her gönül ona meftun, dilek dileyenlerin istisnasızı ona muttalip.
Mutluluk baharın yalancı yağmurları gibi, yüzünü bir gösterip, bir gizliyor!
Her gören onu tarif ediyor, bin bir tarifli bir aş gibi mutluluk. Tarifi başkasından alıp da kazan kaynatanın vay haline…
Kimi kazanında mutluluk kaynatıp, tabağında acıyı tadarken; kimisi ekşiden mustarip.
Neden hiç kimse mutluluğun tarifini tutturamıyor?
Öyle ya, onca tariften biri tutmaz mı? Madem tutturamıyorsun, neden ısrar edip ömür malzemesini israf ediyorsun demezler mi?
Derler. Derler de duyan olur mu? İşte orası şaibeli.
Melek başka insan başka!
Zamanın birinde bir tembele iş düşmüş. Köyünün dışında, bir dağda bulunan su kaynağından köyüne su taşıması için toprağı kazıp, kanallara döşediği boruları köye ulaştırması gerekiyormuş. Ancak o kadar tembelmiş ki diğer köylüler gün ayınca kalkıp işlerine koyulurlarken, o ta güneşin tepede olduğu saatlerde kalkıp, dağa çıkarmış.
Yolda, sıcağın da etkisiyle oldukça susayıp, su kaynağına vardığında kana kana o sudan içermiş. Su öyle soğuk, öyle lezzetliymiş ki nefesi kesilinceye o sudan içip, midesi dolunca oracıkta, bir ağacın dibine oturur kalırmış. İşe koyuldum, koyulacağım derken hava kararmaya başlar ve o tembel bu defa elini işe sürmeden gerisin geri köye dönermiş. Sonrası malum, sonrasının öncesinden ne farklı olur?
Gel zaman git zaman köydeki su kıtlığı hastalıklara neden olunca, bu tembelin babası hastalanıp, son nefesini de Azrail’e (a.s) teslim etmiş. Aynı hastalık birkaç haneye de musallat olunca, köylü tembele iş buyurmakla hata ettiğini anlayıp suyu köye getirmek için hep birlikte kolları sıvamış. Tembel de hatasını anlamış lakin ölüm eşikten girdikten sonra…
İşte insan, o tembel gibi.
Yüreğine mutluluk denen sudan getirmek için her gün yola çıkar, yolda susar. Sonra mutluluğun kaynağına vardığı zaman kana kana içer mutluluk suyundan. Lakin köy nere, kaynak nere? Sanır ki hep orada kalacak. Oysa hava kararıp, mutsuzluk akşamı yüzünü gösterince, kurak gönül köyüne geri döner. Böylece mutluluk hep yarına ertelenir. O sanır ki ölüm hastalığı kendisinden çok uzaktadır. Derken gün olur, ölüm denen çaresiz hastalığa tutulur. O zaman o tembel gibi hatasını anlar lakin ölüm eşikten girdikten sonra…
Bütün varlıklar ölüme doğar, ölüme büyür; her gün ölüme uyanıp, bir ömür ona yürür. Şimdi sen… Gönül sokağına ölüm girdi diye mi figan edersin? Nafile hüzünleniyorsun!
Sana “Artık ömrün bin yıl!” da demezler.
Ben diyeyim sana:
Gönlün ile yaşa! Çünkü, mutluluk ve mutsuzluğun aynı şey olduğunu ancak o zaman görürsün. Onlar bir elbisedir: Elbise nasıl bedeni örter ise onlar da öyle yüreği örter. Mutluluğu, mutsuzluktan ayırma ki gönlün çıplak kalmasın. Beden doğar, şekil insan olur; ruh doğar, yaşar ve “insan” ölür.
Hem neden korkarsın ölmekten?
Ölüme layık olmayacak kadar aziz misin?
Yoksa aziz olacak kadar uzun mu yaşamadın?
Bir melek gibi yaşa demiyorum.
Mutlu yaşa, mutsuz yaşa…
Nasıl yaşarsan yaşa.
Ölüm senin eşiğinden girdiğinde pişmanlık yaşama da…
Vakti gelince melekler dahi ölür.
Melek başka, insan başka.
Aziz ya da melek olmaya çalışma!
İnsan ol, insanca yaşa.
Fakat hayal gibi bir insan…