İnsanlar sezgileri ile kabul ettikleri ve öyle inanmak istedikleri için benimsedikleri hakikati gerçeğin yerine koyuyorlardı. Halbuki hiçbirinin ilgisi gerçek ve hakikat ile ilgili değildi, tıpkı seni gibi! Hatırla! Nane ile limon buluşunca ne oluyordu?
Limonun keskin olan o ekşiliği yumuşayıveriyor. Despotizm misali tek bir otoriteye sahip o tat kendini parlamentere bırakıyordu. Ama biz ayrıldık! Öyleyse sen tek bir otoriteye sahip olacaksın artık… Kendin dışında herkesi ikincil önemde tutacağın huysuz, aksi, çekilmez, lanet olan o otoriteye sahip olacaksın. Tıpkı Mısır Firavunları gibi…
Hatırla! Seni limon yapan neydi?
Sen ne çok soğuğu severdin ne de çok sıcağı… Ağaçların yaprakları hiç dökülmesin isterdin… Sen turunçgilleri severdin… Sen sarı rengi severdin… Sen güzel kokuları severdin… Sen ekşiyi severdin… Bu yüzden limon olmak en çok sana yakışıyordu ve limon sendin…
Ve sen limon! İkinci mektubumu erken alıyorsun… Gerçi mektuplarımın sana ulaşıp ulaşmadığından emin değilim… İlk mektubumdan sonra telefonlarım susmadı, içimde olan nefretimi sordular, seni sordular, kırk yıllık nane ve limonu nasıl böylesine betimleyebildin dediler, ikinci mektup ne zaman dediler…
Geceyi bekleyeceğiz dedim! Gündüzlerden daha sessiz, daha sakin ve daha ıssız olan o geceyi bekleyeceğiz dedim. Daha iyi düşünebildiğim, daha iyi anlayabildiğim, daha iyi yazabildiğim ve daha iyi nefret edebildiğim o geceyi bekleyeceğiz dedim. Ruhumu dinlendiren kızıl ışığı içerisinde barındıran o geceyi bekleyeceğiz dedim… Ve o gece geldi… İlk mektubumda da dediğim gibi söz veriyorum yine sabah olmadan mektubumu bitireceğim. Biliyorsun yeni bir yarına karşı dövüşecek gücümün kalmadığını…
Farhad Manjoo değil tatlı olan Manjoo!
Sen Manjoo’yu çok severdin. İlk kez Kadıköy’de beraber yediğimiz şu Kore tatlısı olan Manjoo! Mekik şeklinde waffle hamuru içinde sıcak krema dolgusu ve üstünde çeşitli meyveler ve çikolata sosuyla servis edilen Manjoo! İşte o tatlı senin nefret ettiğin şehirlerden birisine geldi, Antalya’ya… Bu tat yavaş yavaş yayılıyor sanırım. Turistik şehir Antalya tabi. Sezon açılıyor. Ticaretle ilgilenenler işini biliyor. Sen de mi öyle düşünüyorsun? Gerçi böyle düşünsen Antalya’dan nefret etmezdin… Neyse lafı çok dolandırmayacağım…
Tebrik için işletme sahibi ile görüştüm. Nadir olan bu tadın Antalya’da ki ilk sahibisiniz dedim, tebrik ettim. O da teşekkür etti. Onlar bu devasa tadın Antalya’daki ilk sahipleri olmalarının sevincini yaşarken ben seninle birlikte bu tadın ilk müşterisi olamayacağımın hüznü içerisinde eve döndüm.
Eve doğru ilerlerken telefonum çaldı. Arayan fakülteden arkadaşımdı. “Nasılsın?” dedi. Manjoo’yu çok severdim dedim. Bana şaşkın bir ses tonuyla Farhad Manjoo’yu mu dedi. Tebessümle karışık hayır dedim hayır! Gazeteci Manjoo değil şu Korelilerin meşhur tatlısı olan Manjoo!
Ama bir kere gazeteci Farhad Manjoo’nun ismi geçmişti. Sonra kendisinin “True Enough (Yeterince Doğru)” isimli kitabı aklıma geldi. Çeşitli tartışmaların odağı olan o kitabını anımsadım. Çünkü Gazeteci Farhad Manjoo’ya göre medya artık “gerçek” konusunda önemli bir dikkatsizlik ve sapma yaşamaktaydı. İnsanlar sezgileriyle kabul ettikleri, öyle inanmak istedikleri için benimsedikleri hakikati gerçeğin yerine koyuyorlardı. Halbuki hiçbirinin ilgisi gerçek ve hakikat ile ilgili değildi.
Sen de mi sezgilerinle kabul ettiklerini, inanmak istediğin hakikati gerçeğin yerine koydun? Sen de mi o insanlar gibi yanılgıya uğradın? Söylesene limon!
*
“Zamana ihtiyacım var sanırım” dedin ya, gerçekten zamanın her şeye ilaç olduğunu mu zannediyorsun? Bana sorarsan en büyük yalan, en büyük aldatmaca…
Boğa burcunun sana yüklediği özellikle çözümü olmadığına inandığın değerli şeyleri zamana bırakmak ne demek biliyor musun?
Sevmenin bir boka yaramaması demek, özlediğinde arayamamak demek, sesini duyuramamak demek… Peki, insanın canını en acıtan şey ne biliyor musun? Çektiğin özlemi, içindeki sesi büyüdüğünde bile unutamamak! Ama öyle ya da böyle insan öğreniyor herkes gibi arkasını dönüp gitmeyi… An geldiğinde dirseklerinden güç alarak kalkmayı… Şimdi hangi göğe bakarsam seni görebileceğim? Gerçi masumluğa bakamayacak kadar kirlendim artık ben…
*
Karın yağdığı Ankara’nın o ayaz gecelerinde kartopu oynayacak, cehennem sıcaklarının olduğu, havasıyla kavurduğu Antalya’nın o sahillerinde güneşlenecek, en çok yağmur alan Rize’nin o engin yaylalarında ıslanacağım, sonbaharı tam manasıyla yaşayan İstanbul’da yaprak döken o ağaçların altında kitap okuyacak bir tek arkadaşımın kalmadığını bilsen de gelme… Çünkü, çocukken düştüğüm zamanlarda yara olan o diz kapaklarımdaki kabukları acımasızca söküp attığım zaman yaşadığım his gibi, yürürken ayağıma yapışıp kalan o karpuz çekirdeğinin yarattığı his gibi, geceleri lavaboya giderken serçe parmağımı o sehpanın köşesine vurduğum zaman yaşadığım his gibi nefret ediyorum senden…
İlk mektubumda da dediğim gibi yüreğimde muğlak bir nefret var… Özümü ve kontrolümü kaybediyorum… Nötrüm bu aralar… Gecenin yaratıkları arasında yaşıyorum… Geceleri gündüzlerden daha çok sever oldum… Evet, söz verdiğim gibi de yine sabah olmadan ikinci mektubumu bitirdim.
Telaşa, aceleye gerek yok… Mektuplarımı okuman için epey zamanın olacak… Bu ikinci mektubumdu… Nefretimin inkişafı idi…
Müstakbel kocan ile birlikte yiyeceğin adeta kalori fışkıran o Manjoo’ların sonucunda çok sevdiğin boyfriend pantolonlarına girememen dileğiyle.
Görkem.