2. Dünya Savaşı bittiğinde milyonlarca insan ölmüş dünya neredeyse harabeye dönmüştü. Hükümetler yıkılmış, ülkeler bölünmüş, milyonlarca insanı etrafında toplayan dünya liderleri öldürülmüş, aşağılanmıştı…
Ölümü ve vahşeti bu derece yakından yaşayan halklar için artık devletlerin de hükümetlerin de güvenilirliği azalmıştı. Savaş yorgunu kitleler üzerinde oluşan bu algının tekrar büyük bir kaosa yol açmasının kaçınılmaz olduğu düşünülüyordu. Öyle de olmaya başlamıştı… Bu dönemde dünya genelinde devletlerin varlığı bizzat halk tarafından sorgulanıyordu! Bu insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir olaydı. Ve hükümetler, devlet otoritesinin kitleler üzerinde yeniden saygınlık kazanmasını sağlamak için sıra dışı yöntemlere başvuracaktı…
Sigmund Freud’un bilinçdışı ve grup psikolojisi hakkındaki teorileri 1. ve 2. Dünya Savaşı sonunda kitleleri kontrol etmek amacıyla kullanılmaya başlandı. Üstelik bizzat hükümetler tarafından. Freud’un çalışmaları politikacıları ve planlamacıları şuna inandırmıştı; Bütün insanların içinde saklı, tehlikeli irrasyonel güçler, korkular ve arzular vardı… Freud haklıydı da, çünkü İnsanların içindeki bu vahşi güçlerin ortaya çıkmasına tüm dünya Nazi Almanya’sıyla tanık olmuştu. Bunun yeniden olmamasını istiyorlardı. Çünkü bunun korkunç sonuçları vardı
60 milyondan fazla insanın ölümü… İnsanlık tarihinde görülmemiş bir vahşet, yıkım. Peki, hangi insanın, hangi grubun veya halkın gücü bu denli büyük bir kıyım gerçekleştirmeye yeter? Sorunun cevabı Jean-Jacques Rousseau’ya göre devletin gerekliliğinin sorgulanması anlamına geliyordu. Ve devletin halk tarafından sorgulanması demek; gücünü kaybetmemek adına iktidarların ne kadar çirkinleşebileceğinin en vahşi örneklerini gösterecekti.
2. Dünya savaşı bittiğinde pek çok ülkede ortaya çıkan otorite boşluğu karşıt görüşlü grupların kanlı iktidar mücadelesine neden oldu. Çin’de, Yunanistan’da, İspanya’da, Kore’de, Vietnam’da ve daha birçok ülkede gerçekleşen iç savaşlarla milyonlarca kişi daha ölecekti… Amerika ve Rusya ise bu kaos ortamı içinde kendi ideoloji savaşlarını veriyorlardı… Savaşın vahşi yüzüne tanık olan halklar ise farklı düşünüş biçimleri etrafında örgütlenmeye başlayacaklardı. Ve bu düşünüş biçimleri içinde devletin yeri yoktu!
Anarşizm
Savaşı sonrasının dünyasında anarşizm tarihte hiç olmadığı kadar taraftar toplamaya başladı. Özellikle Amerika ve Avrupa’da örgütlü anarşizm savaş yorgunu halktan büyük ilgi görerek inanılmaz bir dinamizm kazanmıştı. Anarşizm demek; otorite, hiyerarşi ve baskının tüm biçimlerinin sonu demekti. Kapitalizm, beyaz egemenliği, erkek egemenliği, homofobi, emperyalizm, militarizm, doğanın tahribatı, vb. şeylere karşı çıkıyorlardı. Bu söylemler savaş yorgunu kitleler arasında hızla yayılmaya başladı. Ayıca aynı dönemde savaşsız bir dünya isteyen gençlerce benimsenen Hippilikte ortaya çıkmıştı. Onlara göre dünya sadece insanların değil tüm hayvanların ve bitkilerin de yaşam alanıydı. Hippiler mutlak retçi olarak mülkiyet hakkına ters düşen düşüncelere sahiplerdi. Bu görüşleri ve ilgi çeken pratikleriyle daha çok genç kitleler arasında inanılmaz bir popülariteye sahip oldular.
Hem Amerika’da hem de Avrupa’da geniş kitlelerce kabul gören bu iki akım özünde devlet kurumunun temel prensiplerine hatta tamamen kendisine bir başkaldırışı temsil ediyordu. Devlet karşıtı örgütlenme hızla yayılırken anarşizm hakkında yapılan akademik çalışmalarda döneminin en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Paul Goodman, Murray Bookchin, Sam Dolgoff, Noam Chomsky, Fredy Perlman gibi düşünürler bu dönemde öne çıkmış ve anarşizmin pek çok açıdan altını dolduran akademik çalışmalar yapmışlardır.
Devlet gerekli mi?
Peki, gerçekten devlet olmadan insanlar huzur içinde yaşayabilir miydi? Bu sorunun cevabı yüzyıllarca birçok toplum bilimci ve filozofu iki zıt görüş etrafında toplamıştı…
Platon ve Aristoteles devleti kendiliğinden oluşmuş doğal bir kurum olarak tanımlarken T.Hobbes, J.Locke ve J.J.Rousseou devleti yapay bir kurum olarak tanımlamıştır. Bu düşünürlere göre; İnsanın varlığını koruyabilmesi toplumsal yaşamın devamlılığı için çıkar çatışmalarını çözecek düzenleyici denetleyici bir organ olan devlet gereklidir.
Hobbes‘a göre devlet yokken insanlar arasında sürekli bir kavga ve kıyım vardı. Böyle bir ortamda insanlığın ilerlemesi mümkün olmuyordu. Ve sonunda insanlar özgürlüklerini Leviathan’a yani devlete teslim ettiler. Devletin düzeni sağlaması için özgürlükler üzerinde otorite sahibi olması şarttı. Böylece özgürlükçü değil otoriter devlet düzeni var oldu. Ve bu düzenin içine doğan insanların devletin otoriter gücü karşısında özgürlük anlayışı manipüle edildi. Özgürlükçü yaşamın medeni yaşam olduğunu sanan yepyeni bir nesil ortaya çıktı.
Devletin gerekli olmadığını savunan diğer görüşler ise çoğunlukla Nihilizm ve Anarşizm etrafında toplamıştı… (Marksist Devlet Teorisi’nin de bu düşünceyle kısmen örtüşen tarafları vardı)
Bu görüşü savunanlara göre mevcut modern devlet yönetimlerinde insan devletçe denetlenir. İnsana güven yoktur. İnsan doğası “kötü” addedilir. Devlet insanı “İhtiyaçları sınırsız olan” bir makine olarak görür. Hâlbuki ihtiyaçlar değil, istekler sınırsızdır. Ve isteklerimizi de devlet yönlendirir. Devletsiz yaşam düzeni ise insanın doğal İhtiyacının asgari düzeyde olduğunu ve ancak kendi doğal halinde kalırsa doyuma ulaşıp sürdürülebilir bir yaşam süreceğini öngörür. Bu görüşü savunanlar için ne bir sınır ne de bir ulus vardır.
Amerika için zor dönemler
Bu tartışmalı dönemde İnsanlık, kendi tarihinde görülmemiş radikal bir değişimin eşiğine gelmişti. Kapitalizm ve komünizm arasındaki kanlı mücadele şiddetle devam ederken, anarşizmle birlikte diğer savaş karşıtı gruplar da giderek güçleniyor ve dünya üzerinde kendi hâkimiyet bölgeleri için mücadele veriyorlardır… Bu ideoloji savaşının kazananı kim olursa olsun dünyada geri dönüşü olmayan bir değişime neden olacağı kesindi ve taraflar bunu çok iyi biliyordu özellikle Amerika için vaziyet hiç iç açıcı değildi!
Kapitalizmin taraftar kaybetmesi daha da önemlisi halkın tabanı tarafından reddedilmesi hem kısa hem de uzun vadede devletleri kaos ortamına sürükleyebilir ve bu kaotik durum domino etkisi yaratarak küresel bir krize neden olabilirdi. İpler Amerikan siyasetinin elinden gidiyordu. Bu Amerika’nın siyasi tarihi boyunca yaşadığı en kritik dönemlerden biri olsa da Amerikalı politikacılar bu işin içinden kendilerini kimin çıkaracağını biliyorlardır…
Anna Freud
Amerikan hükümeti, insanların bilinçaltında bulunan tehlikeli vahşi güçleri bastırmak ve kontrol altında tutmak amacıyla çeşitli teknikler geliştirecekti. Bu teknikler içinse; Amerikan hükümeti, CIA ve büyük Amerikan şirketleri tarafından Freud ve ailesinin fikirleri kullanılacaktı.
Tam da bu noktada Amerika, babası Sigmund Freud’un ölümüyle Psikanalizin yeni lideri konumuna yükselen bir isimden Anna Freud’dan yardım isteyecekti…
(Amerika’nın Anna Freud’un çalışmalarından faydalanmak istemesinin başlıca nedeni ise Freud’un yeğeni Edward Bernays’ın Amerikan Hükümetine çalışması ve burada halkla ilişkiler komisyonunu kurmasıydı.)
Anna Freud 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlayan ve tüm dünyayı saran ideoloji savaşının taraflarını çok iyi tanıyordu ve her hamlesini uzun süren çalışmalar ve analizlerle yapıyordu. Anna’nın babası öldükten sonraki tek amacı psikanalizi tüm dünyaya kabul ettirmekti . Bu amaca saplantı derecesinde bağlıydı. Amerikan hükümetine çalışan kuzeni Edward Bernays ondan yardım istediğinde aklında yine sadece psikanalizin sahasını daha da genişletmek olacaktı. Çünkü Anna, Martin Bergmann’ın deyimiyle babasının kendine bıraktığı bu mirasla dünyayı avuçlarının içine alabileceğinin farkına varmıştı.
Anna Freud’un psikanalize getirdiği yorum babasının çizgisinden çok daha farklıydı.
Anna Freud psikanalizi insanların bilinçdışı dünyalarına girerek içsel dürtülerini kontrol altına alan bir yol olarak kullanacaktı. Psikanaliz üzerinde geliştirdiği tekniklerin kitleler üzerinde kullanılmasının yolunu açacaktı… Böylece insanların istek ve arzularının üst sınıflarca yeniden kodlandığı, tektipleştirildiklerinin farkında olmayan, modern kölelerden oluşan yepyeni bir toplum modeli ortaya çıkacaktı.. Kitleler üzerinde sistemli planlanan bu dönüşüm Amerika tarafından gerçekleştirilecek ve tüm dünyaya yayılacaktı.
Peki, Sigmund Freud psikanaliz kullanılarak kitlelerin psikolojisi ve bilişsel kodlarıyla oynanması hakkında ne düşünüyordu? Freud psikanalizi sadece insanlara bilinçdışı dünyalarını anlamalarında yardımcı olmak için kullanıyordu.
ABD Hükumeti ve Psikanaliz
Anna Freud Amerika’nın istediği yardıma cevap verecekti. öncelikle Avrupalı bir psikanalist olan Profesör Martin Bergmann‘ı Amerikan ordusuna gönderdi. Bergmann Amerikan ordusunun içinde psikanalistlerden oluşan ekibiyle bir proje yürütmeye başlayacaktı. Bu proje 2. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında cepheden dönen Amerikalı askerleri rehabilite etmeyi kapsıyordu. Bergmann binlerce Amerikalı askeri analiz etme ve davranışlarını öğrenme fırsatı bulacaktı.
O Sigmund Freud’un geliştirdiği yöntemlerle askerleri geçmişine götürüyordu. Askerlerin travmatik durumlarının nedeninin doğrudan savaş olmadığını ortaya çıkaracaktı. Savaş stresi sadece çocukluk hatıralarının canlanmasına neden oluyordu. Askerlerdeki şiddete meyillilik, öldürme isteği ve davranış bozuklukları savaşla ortaya çıkmamıştı. Bunlar zaten askerlerin kendi benliklerine ait şiddet dolu arzularına ve duygularına dair hatıralardı. Onları bastırmışlardı çünkü çok korkunç duygulardı…
Martin Bergmann’ın çalışması Freud’un teorisini fazlasıyla kanıtlar nitelikteydi.
Aslında insanları ilkel irrasyonel güçler yönlendiriyordu. Anna Freud’un Martin Bergmann’a bu çalışmayı yaptırmasının nedeni Amerikan hükümetine durumun ne kadar ciddi boyutlara ulaştığını göstererek kendine daha fazla destek vermelerini sağlamaktı. Başaracaktı da… Amerikan hükümeti bu yıkıcı tehdidi ortadan kaldırmak istiyordu.
Böylece Anna Freud daha fazla yetkiyle bir adamını daha Amerika’ya gönderecektir. Bu kişi ABD Başkanı Truman’ın hükümeti içinde görev alacak olan psikanalist Dr. Robert H. Felix’tir. Dr. Felix Amerikan Hükümetine onların tam da istediği gibi kitlesel ölçekte uygulanabilen psikolojik çalışmalar hazırlayacaktır. Bu çalışmalar Amerika tarafından yapılacak ve tüm dünyaya yayılacak olan toplumsal bir deneyin çıkış noktası olacaktır.
Kapitalist sisteme ne lazımdı?
Komünizmi istemeyen, anarşizmden uzak duran, sorgulamayan, sürekli mutlu olan, arzuları ve istekleri rahatlıkla yönlendirilebilen bir toplum. İşte Anna Freud ve ekibinin Amerika’ya sunduğu model tam da buydu! Onların çalışmalarıyla Amerikan halkı, kapitalizmin sözde demokratik değerlerini rahatlıkla içselleştirebilirdi. Hatta bu dayatma onlara yaşama sıkı sıkıya bağlanma ve özgürlükçü yaşam gibi çerçeveler içinde sunulabilirdi bile. Amerikan hükümeti Sigmund Freud’un çalışmalarını Amerikan halkını daha uysal ve demokratik bireylere dönüştürmek için kullanacaktı. Çünkü demokrasinin tek başına bunu gerçekleştirecek gücü olamadığını biliyorlardı.
Dünya tarihinde bir ilk!
Tarihler 1949 yılını gösterdiğinde ABD Başkanı Truman daha önce dünyanın hiçbir hükümetinin yapmadığı bir şeyi onaylayacaktı. Bu bir kanundu ve adı “Ulusal Akıl Sağlığı Kanunu’ydu. Kanun doğrudan Prof. Martin Bergmann’ın askerler üzerinde yaptığı çalışmalara dayandırılarak Dr. Robert H. Felix’in başkanlığını yaptığı bir komisyon tarafından hazırlanmıştı. Kanuna göre askere alınan Amerikalıların çoğunluğu anksiyete ve korkudan müzdaripti. Kanunun amacıysa toplumu tehdit eden bu görünmez düşmanla baş etmekti. Dünya tarihinde akıl sağlığı ilk kez ulusal bir sorun olarak görülüyordu. Tabii ki bu söylemler kanunun yüzeysel kısmını oluşturuyordu.
Başkan Truman; Anna Freud, Edward Bernays, Martin Bergmann ve Dr. Robert Felix’ten oluşan bu 4 kişilik grubun kitlesel düzeydeki psikanaliz çalışmalarını Amerika halkının üzerinde deneme hakkı vermişti. Bu noktadan sonra Amerika halkı inanılmaz bir değişimin başrolünde olacaktı. Uysal, dengeli, alışveriş yapmayı seven , fazla fazla tüketen, itaat eden ve bunu özgürlük sanan yepyeni bir insan modeli, çeşitli psikolojik tekniklerle insanların zihinlerine kodlanacaktı. Sorgulama yetisi köreltilen insanların bilinçaltı arzuları tüketim ürünlerine yönlendirilerek suni doyuma ulaşmaları sağlanacaktı. Zihinleri tüketmeye odaklı bireylerse ne devleti ne de sistemi sorgulama gereksinimi duyacaktı. İşte bu tam da vahşi kapitalizmin dişine göreydi.
Amerika’da ne anarşizm ne de çiçek çocuklar gibi devlet ve mülkiyet karşıtı gruplar varlığını devam ettiremeyecek cılızlaşacak ya da dağılacaktı. Sonra Avrupa, daha sonra da tüm dünyada hükümetler Amerika’nın uygulamış olduğu bu teknikleri kullanmaya başlayarak bu toplum modelinin küreselleşmesine neden olacaklardı. Tüm bu atılımlardan sonra komünizmin üstünlüğünü kaybetmesi de uzun sürmeyecekti.
Yararlanılan Kaynaklar:
Meydan Gazetesi, “Anarşizm’in Örgütlü Tarihi” 11 Ekim 2013
Anarşizm.org , “Anarşistlerin Ekonomi Tartışması” 20 Mayıs 2016
Yazargençlik.com , “Siyaset Felsefesi” 20 Mayıs 2012
Adam Curtis, “Century Of self” 2005
T24 gazetesi, Erol Anar, “Devlet ve Özgürlük Kavramı Üzerine Anarşist Düşünceler” 1 Temmuz 2013