Çok sevmenin sıcacık yolculuğunda hayat beni zoraki kuzey kutbunun en kuytu köşesine atma peşindeyken, ben de kuzey kutbunu sıcacık tutma peşindeydim. – Şule Karasu
Şule ile Emre tanıştıktan kısa bir süre sonra Emre’ye konulan lösemi teşhisi onların tüm hayatlarını değiştirmişti. Onlar hasatsız zamanların âşıklarıydı…
- ‘Hasatsız zamanların aşıkları (1)’
- ‘Hasatsız zamanların aşıkları (2)’
- ‘Hasatsız zamanların aşıkları (3)’
- ‘Hasatsız zamanların aşıkları (4)’
Hasatsız zamanların aşıkları (5) Final
Bir yazar olarak kendi duygularımı kaleme almak konusunda bile zorlanırken, 4 bölüm yazdığım ve şu an finalini yaptığım bu hikâyeyi kaleme almakta ciddi zorlandığımı söyleyebilirim. Güneşin doğuşunu herkes seyredebilir ve “güneş doğdu” diye anlatabilir ama kendini güneşin yerine koyarak doğum sancısını yaşayabilmek, üstüne bir de bunu kaleme almak ayrı bir meziyet gerektirmektedir. Anlatılan hikâyenin içine girip hissederek yaşamak hiç kolay değildir. Daima empati yapabildiğimizi düşünür ama canımızın yandığını hissettiğimiz anda derhal hikayenin içinden çıkar ve bunu yaşamadığımız için şükrederiz.
İtiraf ediyorum: Bu hikâyenin sonunu yazmayı, yani finali yapmayı hiç istemedim. Ve hikâyenin içinden çıkmak da hiç kolay olmadı. Muhteşem bir aşk mücadelesini sonlandırmayı kim ister ki? Üstelik çocukken daima mutlu son yazan bir masal perisi olmayı istemişseniz “bu ne yaman çelişki annem” diyerek kalakalıyorsunuz. Ama 2017 Ağustos ayı artık Hasatsız Zamanların Âşıkları’nın final vaktiydi. Yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda sebebini mutlaka anlayacaksınız. Bu aşk hikâyemizin tüm bölümlerini yazının sonundaki linklerden okuyabilirsiniz. Ve şimdi Şule’ye ses olmaya devam etme vakti geldi. Şule der ki:
Emre’ye yapılan ilik nakli sonrası beklenilmesi gereken sürenin yüz gün olduğu öğrenmiştik. Asırlar gibi gelen bu süre, her şeyin kısmen yolunda gitmesi ile yetmiş gün sürmüştü. Her birimiz zihnen ve bedenen inanılmaz yorulmuştuk ama bizlerin yorulması hiç bir önem taşımıyordu. Bizim yorgunluğumuz, yaşayanın yorgunluğu yanında kibrit ateşi kadar zayıf kalıyordu. Ve sonunda hastaneden çıkış günümüz geldi çattı. Emre’yi fazla yormamak ve kontrollere eziyet çekmeden gidip gelebilmesini sağlamak için Ankara’da bir ev tutmuştuk. Emre dinlenme sürecini orada geçirecekti.
Normal hayatlarımıza sahipken yaptığımız ama değerinin farkına bile varmadığımız minicik eylemler var ya işte onlar, normal hayatlarımızı kaybettiğimizde hasretle yüreğimizde koskocaman büyüyor da büyüyordu.
Her sabah uyandığımızda üzerimize sinen ilaç ve hastane kokusu, yatağın sol tarafına her baktığımızda akraba olduğunuz serum şişesi, sürekli odamıza giren doktor, hemşire, hasta bakıcı ve hademelerin ‘ölmeyeceksin merak etme’ gülümsemesi ile sakladığı ‘iyi değilsin be oğlum’ işareti ve istisnasız her gün bunlara maruz kalmamız üstelik sevdiğim adamı her saniye bunları yaşarken görmek, hasret kaldığım küçük eylemleri yüreğimde büyütüyor da büyütüyordu.
Aaaah ah! O ev yatağı yok mu, o ev yatağı!
Bu ve benzeri sebepler yüzünden Emre, kendi evi bile olmamasına rağmen tuttuğumuz evdeki yatağına ne kadar çok sevinmişti sizlere anlatamam. Bu evdeki tüm bu dinlenme sürecinde iyi bakılmış, rutin kontrolleri yapılmıştı. Evet, beklediğimiz haber gayet iyiydi. 23 Nisan 2010’da doktorlarımızdan artık gerçek evimize yani Eskişehir’e gidebileceğimizi öğrenmiştik. Hani ne kadar muhteşem mekânlarda kalsak da evimize geldiğimizde “evim evim güzel evim” deriz ya! Emre kendini tehlike altında hissetmeyeceği “evim evim güzel evim” diyeceği mabedi yani ana evine geri dönüyordu. Benim içim ise bayram coşkusuyla şöyle diyordu:
Kaç bayram sığdırdın yüreğine söyle,
Bayram diye saydıklarını bence hemen bir ele.
Yârin yangını düşünce içinden çok uzak bir yere,
Gerçek bayram işte o an girermiş kalp dediğin mabede.
Çok mutluyduk. Uzun süren azaplar sonrasında aldığımız bu güzel haberler sayesinde, yüreğimiz gerçek bir bayram yeri gibiydi. Yorgun savaşçılar misali galibiyet sevinciyle evimize doğru yola çıkmıştık. Kendi evinin kapısının eşiğine geldiğinde, eşik bile Emre’yi gördüğüne çok sevinmişti. O hoşlanmadığı kapıya ait renk, dünyanın en güzel rengi haline gelmişti. Yorgundu, bitkindi ama artık ana kucağının tam içindeydi.
O gece ve ertesi gün evin içinde yaşadıklarını bana şöyle anlatmıştı:
“Bir yatak nasıl bu kadar güzel kokabilir ki, yatak değil sanki cennet bahçesi gibiydi. Gece uykuya dalmadan önce duvara vuran ay ışığını seyretmek oysa ne büyük huzurmuş. Sabah ise çocuklar gibi ‘anne lütfen beş dakika daha uyuyayım’ diyerek mızmızlanmak bile istedim. Banyoya ilk girdiğimde aynaya bakarak ‘evimdeyim ya evimdeyim’ diyerek kendimi ikna etmeye çalışırken kendime gülümsüyordum. Odamda babasının çiftliğindeymiş gibi yere serilmiş hiç hoşlanmadığım halıya basarken ‘seni bile çok özledim kirpi’ diyerek kendimle dalga bile geçtim. Diş fırçam canlanarak yeni mezun olmuş neşe içindeki liseli bir genç kız gibi dans ederken, diş macunum ise “ne duruyorsun bu senin dansın, haydi sen de katıl” diyordu. Cansız nesnelerin farkına bile ancak şimdi varabiliyordum. Meğer her şey ne kadar inanılmaz değere sahipmiş. Şimdiye kadar görmezden geldiğim ve hafife aldığım her şey, yüreğimde hasretle ne kadar da çok büyümüş ve her biri can bulmuştu. İşte tam da benim gibi…”
Emre bana bunları anlattığında ne hissedeceğimi bilemedim. Tek bildiğim şey, onun huzurunun beni de huzurla doldurduğuydu. Çünkü bu anlattıkları, onun yüreğinin huzur içinde gülümsediğini ifade ediyordu. O an hasret duyduğum en büyük duygunun onun huzur içinde olması olduğunu hatırladım. Bu mutluluk onu huzura götürüyordu, dolayısıyla beni de…
Kırk gün sonra Ankara’ya kontrole gidecektik.
Her şeyin artık tamamen bitmiş olmasını diliyorduk. Kırk günün bitmesine bir hafta kala yapılan testler ise, bize bunun tam tersini anlatıyordu. Emre’nin kan değerleri normalin çok altına düşmüştü. Kontroller sonrasında iyi haber gelmesi için durmadan dua edip duruyordum. Telefonu hayatımdaki en değerli şeymiş gibi elimden hiç bırakmıyordum. Bir yandan da” parmağımı şıklatsam ve zaman dursa” diyordum. O telefon illa ki çalacaktı ama ‘ya kötü bir haber için çalarsa’ diye ödüm patlıyordu. Hayatımda hiç bir şeyden bu telefonun sesi kadar çok korktuğumu hatırlamıyorum. Ve sonunda beklenen telefon, havaya savrulan ciyak ciyak bir çığlık gibi çaldı.
Emre ağlayarak kısık bir sesle ‘hastalık geri döndü’ diyordu. Çaresizlik diğer kötü duygular arasındaki en kahpe yerini dalga geçer gibi yine almıştı. Ve Emre’nin sesi zamanda yankılanıyordu “sana git demiştim, sana gidebildiğin kadar benden uzağa git demiştim!”
Oysa gidebildiğim en uzak yer, daima aşkla ona en yakın yer oluyordu. Ve yüreğimden düşen gözyaşları evrene şöyle akıyordu:
Dağ olsam virana meyleder miyim?
Acı söz olsam yüreğe zerrece iner miyim?
Bak bendeki yürek safi sen olmuş,
Seni benden ayrı koysan,
Ben bir “tek” eder miyim?
Yağdırmışım yeryüzüme çiğ gibi seni,
Sensiz dünyanın tersi ya da düzü de ne fark eder ki,
Seninle vurmuşken nabzım cümle âlemde,
Nabzı durmuş Leyla bu âlemde ne eder ki?
Şu cihanda gizlenmişim bir çift göze,
Damlalarla inmişim o aşkın suretine,
Yedi cihanın en acı şerbeti dahi olsan,
Yine içerdim bu aşkı nefes bile almadan.
Emre bana hep kızıyordu. Tüm bu acılara maruz kalıyorum ve katlanıyorum diye hep kızıyordu. “Ben bunları yaşamak zorundayım ama sen değilsin” diyordu. Ve kötü haber sonrasında ardı ardına gelen ameliyatlar boyunca onun gözlerinden girip yüreğine usulca süzülüyordum. Çünkü bahsettiğim şey; bir alışkanlık, sevgi, minnet, mecburiyet türü duygular değildi, bu aşk’tı!
Koşulsuz ve hasatsız bir aşk!
Ameliyatlar sonrasında tekrar kemoterapiye başlanmıştı ama artık kemoterapi de fayda etmiyordu. Emre doktorların tüm ısrarına rağmen yoğun bakım ünitesinde yatmayı da reddediyordu. Şule bunu kabul ettirmek için gücünü toplayıp yanına gittiğinde, Emre’nin cevabı şöyle oldu: Artık sona çok az kaldı! Bunu sen de biliyorsun ki orası da fayda etmeyecek. Ama madem bu kadar çok ısrar ediyorsun, daha fazla üzülme diye bunu yapacağım.”
Emre’nin yoğun bakıma yatmayı kabul edişi, vedalaşmasının ilk adımıydı. Şule’nin yoğun bakım ziyaretlerindeki on dakikalık zaman dilimleri inanılmaz hızlı geçiyordu ve bir gün hemşire onu içeri alırken ” ona söylemek istediğin her şeyi lütfen bu gün söyle” dedi. Şule o an hemşirenin ona giydirdiği özel kıyafeti dünyanın en ağır kıyafeti gibi hissetmişti ve ayakları öyle ağırlaşmıştı ki hareket edemediği beş saniye, beş bin yıl gibi gelmişti.
Kendini toplayıp içeri girdiğinde Emre tüm bitkinliğine ve bedenine bağlı olan makinelere rağmen elini kaldırıp “işte benim meleğim geldi” şeklinde onu selamlamıştı. Bu selamlama tüm doktor ve hemşirelerin takdirini almış “işte bu karşılama alkışı hak ediyor” diyerek alkış tutulmuştu.
Zaman sudan daha hızlı akabilir miydi, evet akıyordu. Tüm bunları yaşamadan önceki hayatında canının sıkıldığı “of ya, zaman bir türlü geçmek bilmiyor” dediği saatlerini hatırladı. Keşke o geçmeyen saatleri şimdi şu anlara ekleyebilseydi ve zaman hiç akmasaydı.
Ziyaretin bitmesine yakın zamanda Emre’nin yüzüne doğru eğilerek gözlerinin içine baktı ve şöyle dedi: Yarın yine geleceğim, lütfen beni bekle olur mu?
Oksijen maskesini gülümseyerek yüzünden ayıran Emre “gelme, bu kez burada olmayacağım artık” dedi. Şule her zamanki gibi onun avuç içlerini öptü, öptü, öptü… Emre’nin koyduğu bu son noktayla birleşen gözyaşlarını, onun avuç içlerine emanetle gömdü.
İşte bu herkesin adı gibi bildiği ama asla bilmek istemediği, en son veda anıydı. Kapıdan çıkarken yüzünü silmeye çalışarak tekrar dönüp ona baktı. Mecburi bırakıldığı bir çıkışın içerisindeydi. Keşke daha önce yapabildiği gibi yatağın altına saklanarak tüm gece kimseye görünmeden onunla birlikte geçirebilseydi ve keşke kendi canını, onun canıyla takas edebilseydi.
Yoğun bakım ünitesinin kapısı arkasından kapandığında sanki yaşam kaynağı da kapanmış gibiydi. Nefes alıyor muydu, hayır. Gözleri görüyor muydu, bakıyor ama görmüyordu. Bedeni ayaktaydı ama ruhunu onun yanına bırakmıştı. İşte o an, tek başına bir et yığınının ne kadar anlamsız olduğunu anlamıştı. Ruhuna anlam katan şey; Emre’nin aşkıydı.
Ertesi gün, yani 28 Ağustos 2010 saat 06.15 de eve gelen bir telefon haberi, Şule’nin “beni bırakamazsın’ çığlıklarının duvarları delip, gök kubbeye hasatsız aşkı kazıdığı o andı.
İkisi de aşkın en acı şerbetini bir diğeri uğruna kana kana içmişti. Birinin gözünden akan tek damla yaş uğruna, diğeri acıya baş kaldırarak serserice gülümsemişti. Onların ruhları; tek başına geceyi aydınlatan bir ateş böceği gibiydi.
Şimdi Ağustos 2017… Ve ateş böceği hala tüm karanlık geceleri aydınlık kılıyor. Tek sebebi ise; bedenler ölüyor ama gerçek aşklar asla ve asla ölmüyor.