Cehalet psikolojisi: Bir insan neden cehalette ısrar eder?

İki büyük problemimiz var: Öğrenilmiş cehalet ve cehalette ısrar… Günümüzün sorunu bilgiye ulaşamamak değil, doğru bilgiye ulaşamamak!

Cehalet psikolojisi: Bir insan neden cehalette ısrar eder?
Cehalet psikolojisi: Bir insan neden cehalette ısrar eder?

Aristo, “Her insan doğası gereği bilmeyi ister” der. Yani bilme isteği varoluşsal bir dürtüdür. Ancak her insanda bu dürtünün şiddeti farklıdır. Neleri bilebileceğimizi büyük oranda içinde yaşadığımız kültür belirliyor.

Bizim kültürümüzde ise atalarımızın çok güzel bir sözü vardır: “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.” Benim kanaatime göre bu söz günümüzde geçerliliğini yitirmiş durumda. Çünkü artık internet ve diğer bilgi ulaştırıcıları sayesinde öğrenmekle ilgili bir problemimiz kalmadı. Hatta ortalıkta öyle bir bilgi bombardımanı var ki öğrenmek istemesek bile sürekli yeni bir şeyler öğrenmek zorunda kalıyoruz. Hayat artık neredeyse öğrenmek üzerine kurulu ve bu, sosyal hayatımızın da bir parçası haline geldi.


Sosyal medyada geçirdiğimiz süre boyunca bir teflon tavanın nasıl kullanılması gerektiğinden tutun da limonla güzelleşme sırlarına kadar bütün bilgiler ekranımızdaki yayın akışında bir parmak darbesiyle gözümün önünden geçiveriyor. Youtube başlangıçtaki öncelikli amacı olan müzik yayını yapmaktan ziyade bize sürekli bir şeyler öğretmeye çalışan vloggerlar (video bloggerları) ile dolu artık.

Öğrenmek nefes alıp vermek gibi hayatımızın bir parçası haline geldi ve farkına varmasak dahi sürekli yeni bir şeyler öğreniyoruz. Dolayısıyla öğrenmek artık bizler için kaçınılmaz bir yaşam tarzı oldu dersek abartmış olacağımızı sanmıyorum (İronik bir şekilde şu anda siz bile bu yazıyı okurken yeni bir şeyler öğreniyorsunuz). Öğrenmek artık bir problem değilse peki nedir problem? Aslında bir değil iki tane çok büyük problemle karşı karşıyayız: Cehalet külliyatı ve cehalette ısrar etmek.

Birinci büyük problem; Cehalet Külliyatı

Öğrenilmiş cehalet

Cehaletin de artık bir külliyatı oluştu. Bir sürü kitap okumuş olabiliriz. Ama önemli olan kitapların sayısından ziyade hangi kitapları okuduğumuzdur. Eskiden az sayıda kitap vardı ama onlar doğru bilgileri içeriyordu. En azından o kitapları yazanlar doğruyu arıyorlardı. Günümüzdeyse çok sayıda kitap, internette milyonlarca bilgi var ve hangisinin doğru ve faydalı bilgiyi içerdiği şüpheli durumda. Kendisini bombayla patlatan intihar komandosu da o aşamaya gelene kadar pek çok kitap okumamış mıydı?

Günümüzün sorunu bilgiye ulaşamamak değil, doğru bilgiye ulaşamamak.

Maalesef kitaplarda, videolarda ve diğer bilgi yayma araçlarında zararlı bilgilerin sayısı son derece fazla. Peki neden böyle oldu? Eskiden kitaplar bilgi aktarmak için yazılırken günümüzde propaganda aracı ya da reklam amacıyla da yazılabiliyorlar. Kapitalizmin geldiği bu son noktada en iyi “eser”in değil en iyi reklam yapan “ürün”ün satın alındığı bir gerçek. Kapitalizm sayesinde kitaplar “eser”den “ürün”e terfi etti. Böylece ürünlerimizi daha efektif pazarlayabiliyor, onlara daha karlı fiyatlar koyabiliyoruz.

Tolstoy ya da Dostoyevski çağımızda yaşıyor olsalardı ve aynı eserleri şimdi yazmış olsalardı hiç reklam vermeden bu yoğun rekabet ortamında yine geniş okuyucu kitlelerine ulaşabilirler miydi acaba? Eseri ya da bilgiyi geniş halk kitlelerine ulaştıran en önemli kriter reklam olduğuna göre doğruluğu herkes tarafından kabul edilen bilgilerin en doğru bilgi olamayacağı aşikar. Çünkü burada kriter bilginin doğruluğu değil reklam bütçesinin çokluğu.

Piyasada var olan arz talep döngüsü doğal olarak bilgi talep edeni bilgilendirmek değil, mutlu etmek üzerine kurulu.

Bu yüzden sadece kitap değil, tüm bilgi ulaştırma araçları kişileri aydınlatmayı değil mutlu etmeyi amaçlıyor. İğneyi şimdi kendime batırıyorum; Bir kurumsal eğitimci olarak itiraf etmem gerekir ki kurumsal eğitimlerde eğitimcinin amacı katılımcıyı bilgilendirmekten ziyade öncelikli olarak mutlu etmektir. Çünkü katılımcı o eğitimden bir şeyler öğrense dahi, eğer mutlu değilse memnun olmuyor ve tekrar gelmiyor. O yüzden eğitim piyasası da tıpkı yayıncılık, internet ve klasik medya gibi egolara hitap eden, kişileri mutlu eden ama çoğu zaman aslında pek de bilgilendirmeyen eğitimlerle dolu.

Gerçekten bir şeyler öğretmeyi çoğunlukla kimse göze alamıyor çünkü öğrenmek acı verici bir süreçtir. Kişi yeni bir şey öğrendiğinde beyninde ekstra nöronlar çalışır. Yeni bir bilgi öğrenen kişi eski bilgiyi bırakmak zorunda kalabilir. Bu bazen alışkanlıkları bırakmayı da gerektirebilir. Bu çoğumuz için zordur. Hal böyle olunca ironik bir şekilde cehalet sistem tarafından teşvik edilmekte. Çünkü haz ve mutluluk sağlayan uyuşturucular vermek bilgiyi vermekten daha karlı.

İkinci büyük problem: Cehalette Israr.

Gerçek bütün bıçaklardan daha çok acıtır…

İkinci büyük problem ise kişinin doğru bilgiyi öğrendiği halde cehaletinde ısrar etmesidir. Çünkü eski alışkanlıklarını bırakmak, konfor alanından ayrılmak ona zor gelmektedir. Bir insan bilmeyebilir. Ancak bilmediği şeyi öğrendiği halde hala cehalette ısrar ediyorsa büyük hata yapıyor demektir. Öyleyse yazının başındaki atasözünü şöyle değiştirebiliriz: ‘Bilmemek ayıp değil, cehalette ısrar etmek ayıp…’

İnsanda beş tane bilme hali vardır:

1- İnsan bir şeyi bilebilir.

2- İnsan bir şeyi bilmeyebilir.

3- İnsan bir şeyi bilmediğini bilebilir.

4- İnsan bir şeyi bilmediğini bilmeyebilir.


5- İnsan bir şeyi bilmediğini bilmediği halde o şeyi bildiğini zannedebilir.

Bu hallerin hepsini zaman zaman yaşarız. Bilmediğini bilmeyen kişi gaflet halindedir. Bu kişi bir gün bilmediğini farkedebilir.  Bu durumda bilmediğini bilmeyen kişinin o şeyi öğrenmesiyle yaşadığı duruma ise ‘hayret’ denilir. Hayret etmek, bilmediğini bilmeyen kişinin o şeyi öğrendiğinde içine düştüğü durumdur. Çünkü kişinin bu konuyla ilgili en ufak bir bilgisi olmadığı için öğrenince hayrete düşer. Platon’a göre de felsefe yapmanın arkhesi(başlangıcı) hayrettir(pathos). Bilmek insanı insan yapan en önemli erdemlerden biridir. Bilmediğini bilmek ise daha büyük bir erdemdir. Bir kişi bilmediğini de bilmeyebilir. Amma ve lakin kişi hem bilmez hem de bilmediği konuda ahkam keser ve bilene de muhalefet ederse işte o en cahil kişidir. Yukarıdaki beşinci durum en vahim durumdur.

Kişi bilmediğini bilmiyor ve bilgi geldiği halde öğrenmemekte ısrar ediyor ve burnunun dikine gidiyorsa eskiler buna cehli mukaab derler. –Ki cehaletin en tehlikeli hali de budur. Akıllı insan bilmediğini bilmediği bir şeyi öğrendiğinde hayret ederken, ahmak insan inat etme yolunu seçer.

Peki cehallette ısrar etmenin arka planında yatan etki nedir?

Cehalet külliyatı, kişinin cehalette ısrar etmesinde kendisine oldukça yardımcı oluyor. Çünkü bu tarafta kendi verilerini destekleyen, kendi içlerinde tutarlı ama aslında doğru olmayan pek çok bilgi kaynağı var. Örneğin; şu anda piyasada dünyanın düz olduğuyla ilgili bazı yazılar ve videolar dönüyor. Bu yazı ve videolar birbirilerini destekler nitelikte olsalar bile bu onların doğru olduğu anlamına gelmiyor. Ama dünyanın düz olduğuna inanmak isteyen bir kişi kendisini bu cehalet külliyatına hapsederek onlarca videonun arasında dünyanın düz olduğuna inanarak ömrünü geçirebilir.

Bir sosyal psikolog olan Leon Festinger 1957 yılında bilişsel uyumsuzluk teorisini ortaya atmıştır. Bu teori bugüne kadar henüz yanlışlanmadı. Teoriye göre insan beyni birbiriyle çatışan düşüncelerle karşılaştığında ekstra nöronların çalışmasıyla beyin zorlayıcı bir sürece girmektedir(Yukarıda kısmen bahsetmiştik). Doğal olarak düşünme ve bilgileri karşılaştırma eylemi esnasında beyinde pek çok nöron aktif hale gelir ve bu da kişiyi rahatsız eder.

Bu yüzden insanlar yeni bilgiyi almamak ve kendi düşüncelerinde tutarlı olmaya çalışırlar. Düşüncelerde tutarlı olma isteği toplumun geneline yayılmıştır. Tutarlı davranışlar sergileyen insanlar doğal olarak bize daha güvenilir gelir. Ama bir bilim insanının tutarlı olmaya değil tutarsızlığa ihtiyacı vardır. Çünkü bilim tutarsızlık sayesinde ilerler. Günlük hayatta ise işler böyle yürümez. Eğer herhangi bir zıt fikirle karşılaşırsak tutarlı ve dengeli bir hale gelebilmek için kendimizi kandırabilir ve karşılaştığımız yeni fikri gerçek olmasına rağmen kabul etmeyebiliriz.

İnsanların büyük bir kısmının yıkılmaz inançlar geliştirmesi bu sebeptendir. Ne kadar inançlı bir hayat yaşarsak kafamız o kadar rahat eder. Beyin her zaman tutarlı olmaya çalışır ama diğer taraftan bizi ilerletecek olan şey ise tutarsızlıktır. Tutarlı olmaya çalışmak yaratıcı zihinlerin katlanamayacağı bir şeydir. Bilim insanları ise her zaman tutarsızlığın peşinde olmuştur.

Yanlışlanabilen teoriler bilimi ilerletir.

Bireysel anlamda ise tutarsızlık kişiyi ilerletmekle birlikte konfor alanından çıkartır. İnsanların büyük kısmı bu konfor alanından çıkmak istemez ve inançlarını sorgulamadan yaşamaya devam ederler. Kişilerin özellikle inanç boyutundaki fikirlerini değiştirmeleri çok zordur. Peki günün birinde inançlarına ters düşen bir bilgiyle karşılaşırlarsa ne olur? Burada da geri tepme etkisi (backfire effect) devreye giriyor.

Geri tepme etkisi Brendan Nyhan ve Jason Reifler tarafından öne sürülen bir sosyal psikoloji kuramıdır. Buna göre insanlar inançlarına ters düşen bir bilgiyle karşılaştıklarında beyinleri otomatik olarak bunu reddediyor. Yeni gelen bilgi ne kadar gerçek ve eskisini yıkıcı ise kişi eski inancına o kadar sıkı sarılmaktadır. Halbuki bilmeyi bilgelik düzeyinde arzulayan kişi inanmaya değil anlamaya çalışmalıdır. Ama pek çoğumuz anlamaya çalışmak yerine önceki fikre ne kadar çok emek vermişsek onu o kadar çok savunma ihtiyacı hissediyoruz.

Sırf o emekler boşa gitmesin diye gerçeğe gözümüzü  kapatabiliyoruz. Hele ki söz konusu olan yıllardır savunduğumuz bir düşünceyse savunma tepkimiz de yıkılmaz dağlar kadar güçlü oluyor. Bu hiç mantıklı olmasa bile! Çünkü pek çoğumuz için rahat etmek gerçeği bilmekten daha iyidir. İşte bu yüzden toplumu az sayıda insan değiştirir. Konfor alanlarından çıkabilen cesur insanlardır onlar.

Beyin yapısı gereği her zaman basit olan şeye doğru kaymaktadır. Bu yüzden pek çoğumuz doğru bildiklerimizi destekleyen verilerle karşılaşırken beyin bunu otomatik olarak hafızaya alma eğilimi gösterirken, doğru bildiğimiz şeyleri desteklemeyen verilerle karşılaştığında bu yeni bilgiyi hafıza almıyor ve unutma eğilimi gösteriyor.

Mesela Alman ırkının üstün ırk olduğunu düşünen bir neonazi, bir zencinin atletizmde tüm beyazları geçerek şampiyon olmasını ya da matematik olimpiyatlarında şampiyon olmasını görmezden gelebilir. Buna karşılık bir Alman aynı başarıyı gösterdiğinde neonazi bunu uzun süre hatırlayacaktır. Bunu bilen pek çok bilim insanı yanında not defteriyle gezer. Çünkü doğada öne sürdükleri teze ters bir bilgiyle karşılaşırsa beynin bunu unutacaklarını bilirler. Böylece unutmamak ve laboratuvarda bu zıt veriyi araştırmak için not alırlar.

Bilge kişi hiçbir fikre sıkı sıkıya tutunmaz. Çünkü bilir ki yarın daha iyisi gelebilir.

Sokrates, “Tek bir şey biliyorum o da hiçbir şey bilmediğimdir.” demiş. Hepimiz bu sözü zaman zaman duymuşuzdur. Halbuki Sokrates’in sözünün orijinali şöyledir: “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir ama isteğim araştırmaya devam etmektir.” Cümlenin ilk kısmıyla belki bazılarımız, cehaletimizin onaylandığı varsayımına kapılıyor olabiliriz. Öyle ya sonuçta Sokrates bile hiçbir şey bilmiyorken biz neden bir şeyler öğrenmek için uğraşalım ki! Cümlenin ikinci kısmıysa bu şekilde düşünenlere cevap olacak niteliktedir. Bilmiyor olabiliriz ama bize düşen araştırmaya devam etmek olmalıdır.

Bertrand Russel’ın güzel bir sözüyle yazıyı bitirmek istiyorum:


“Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim.”

Hastalıkları düşünce gücüyle değil düşünmeyerek yenebiliriz


Cem Özüak
1978, İstanbul doğumlu. 1998'de Kocaeli Üniversitesi Fotoğraf bölümünden, 2002'de Anadolu Üniversitesi İktisat bölümünden mezun oldu. 2011'de Marmara Üniversitesi Halkla İlişkiler Anabilim Dalı Kişilerarası İletişim bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Uzun yıllar bankacı olarak çalıştı. Kişilerarası İletişim Uzmanı, Mentör, Yaşam ve Yönetici Koçu, Stratejik Pazarlama ve Yönetim Danışmanı olarak çalışmalarına devam ediyor. Kişi ve kurumlara iletişim eğitimleri veriyor.