Sibel Bilir: İyi doğmak mutlak, iyi kalmak sanattır

Kapsamlı yaşam koçu, NLP (Neuro-Linguistic Programming / Sinir Dili Programlama) eğitmeni, beden dili ve mikro ifadeler uzmanı Sibel Bilir ile aynı zamanda kurucusu olduğu Bedence’de buluştuk.

Sibel Bilir: İyi doğmak mutlak, iyi kalmak sanattır

“Konuş lütfen! Önce seninle konuş sen de. Sor bir sana, derdin ne?

Kızmadan, bağırmadan, küfretmeden, eksiklenmeden, utanmadan yaklaş kendine. Sonra dinle seni. Bak; neler saklı içinde. Evet, evet; sadece kendinle muhabbete davet ediyorum seni. Hayatı bu denli ciddiye alma ne olur!


İnsan peygamber olmuş; ölmüş. Mevlana olmuş, Atatürk olmuş; ölmüş. Hitler, Einstein, Cengiz Han, Gandi, Florence Nightingale olmuş; ama ölmüş. Bugün hala onları anıyor olmamızın nedeni yaşadıklarını konuşmaları ve konuştuklarına olan inançlarıdır.

Senin hiç mi söyleyecek şeylerin yok? Sen de bir potansiyel barındırıyorsun. Mutlaka varlığının anlamlı bir anlamı vardır. Bırak şu küskünlüğünü artık. Bırak ve bir fark yarat. Nasıl? diye sormadan yap bunu. Her ne yaparsan sana ait olsun yeter ki…

BURADAYIM ve SENİ DİNLİYORUM…” diyor Sibel Sebile Bilir.

Sibel Bilir ile Bedence ve kendine 15 yıldır profesyonel olarak iş edindiği “insan” üzerine sohbet ettik.

sibel bilir kimdir
Bedence Eğitim & Danışmanlık Kurucusu,
Sibel Sebile Bilir

Röportaj: Sibel Bilir

Sibel Bilir deyince sizi tanıyanların aklına ilk gelen “İyi doğmak mutlak, iyi kalmak sanattır,” sözünüz oluyor. Bu sözü biraz açar mısınız bizim için?

Sibel Bilir: İyi kavramı çok özel ve her şeyden önce insana kendini iyi hissettiren bir kavram. Her yeni doğan sıfır yükle, sadece kendisi olarak, var olan potansiyelini yaşamak üzere geliyor dünyaya. Peki, sonra ne oluyor da bu “iyi”lerin kafası karışıyor, ayarı kaçıyor? O çok sevdiğimiz, minicikken kucağımıza sığdıramadığımız bebeklerin biraz yaş aldıktan sonra farklı kişilikleri yansıtması ya da farklı karakterleri üstlenmesinin neticesinde “iyi” nasıl formunu değiştiriyor? düşüncesinden yola çıkarak şuraya vardım: Aslında mesele iyi doğmak değil, çünkü bu bizim özümüz, kendiliğimiz, aslımız… Mesele, var olan o iyiyi korumakta. Bunu prensip edindim, hayat felsefem edindim diyebilirim. Ne olursa olsun, hayatın getirmiş olduğu tüm şakaları karşısında, kendi varlığımı, potansiyelimi, o saflığımı, kendimce inandığım samimiyetimi korumanın asli görevim olduğunu düşündüm.

NLP’de bir ilke vardır: “Bir işi bir kişi yapabiliyorsa, o işi herkes yapabilir” denir.

Ben bu bakış açısıyla hayatımı organize edebiliyorsam, herkes bu organizeyi yapabilme becerisine sahiptir diye inandırdım kendimi. Etrafımdaki insanlar, birlikte olduğum sosyal ortam, içinde bulunduğum çalışma alanı sürekli bu görüşü destekleyebilecek o güzel potansiyellerle; varlıklarını ve içinde bulundukları hayat dairesini sorgulayan, yaşantısını yeniden organize etmek isteyen insanlarla dolu. Ben de bunu genele yaydım, bir slogan gibi “İyi doğmak mutlak, iyi kalmak sanattır” diyerek tüm arayışçıları bu sanatı gerçekleştirmek yolunda kendi yaşantı alanıma davet ettim.Yani şu anda Bedence’de bir sanat icra ettiğinizi söyleyebiliriz.

Sibel Bilir: Bence yaşamak başlı başına bir sanat. Bunu, doğduk, yaşadık ve öleceğiz; yani “İşte geldik, işte gidiyoruz” gibi değerlendirmenin insanı karamsarlığa iteceğini düşünüyorum. Nasıl ki sanatın kendi içinde dalları varsa, yaşama becerisinin de kendi içinde dalları var. Siz nereyi sağlam bulup oradan tutunursanız ona göre aslında insan olma sanatını da icra ediyorsunuz demektir. Bunun bir sanat olduğuna, üzerinde uğraşılması gerektiğine, bu sanatı gerçekleştirebilecek tüm argümanların kendi kaynaklarımızda var olduğuna, bu potansiyeli kullanıp kullanmak istememenin kişisel tercihe bağlı olduğuna inanıyorum.

Dolayısıyla sanatçı olmak istiyorsa birey, sanata ilişkin yetenek her ne ise onu geliştirmek adına, onun üzerine eğilim vermek durumundadır. İyi kalmak istiyorsa da, bunu sanat olarak kabul edip iyi kalmanın çerçevesinde, öncelikle kendi iyisi doğrultusunda onun üzerine emek vermek durumunda.

Bedence

Tabii ki bu emeğin verileceği bir atölyenin de olması gerekiyor. Aynı zamanda belli başlı metodolojiler, teoriler, yaklaşımlar var ki bunlar hep denenmiş ve sonuç alınmış yaklaşımlar. Bunları Bedence’nin içine serpiştirdik. Gerçekten kendi iyisinin sanatçısı olmak isteyen kişiler kendilerini sözle mi boyarlar, davranışla mı biçimlendirirler yeniden, varlıklarını yaklaşımla mı resmederler bilemiyoruz, ama “Buyur bu atölyeye, gel sen de kendi sanatını öncelikle kendine icra et,” diyoruz.

Her sanatçının en az bir ürünü vardır. Buradaki ürün herkes tarafından görülebilecek büyüklükte ve özellikte bir ürün. Belki de beni en çok büyüleyen bu: Sözümüzde yaptığımız en ufak bir değişiklik bir başkasının kulağında bambaşka dünyalar yaratabiliyor. Davranışlarımızda yaptığımız olumlu bağlamdaki bir değişiklik bir başkasının hayatında bambaşka yollar açabiliyor. Yaklaşık 15 yılımı bitirdim bu işin içerisinde ve bu değişimlere o kadar çok şahit oldum ki Bedence’yi yaşatmak konusunda özel bir çaba sarf etmem gerektiğini hissediyorum. Buraya gelen yazmak istemiyorsa çizsin, çizmek istemiyorsa boyasın, boyamak istemiyorsa dans etsin, dans etmek istemiyorsa uzaktan seyretsin ve bir şekilde Bedence’nin içinde olsun istiyorum. En azından bir yerden kendine dokunsun ve kendiyle ilgilensin istiyorum. Ben diyorum ki, “Kapı açık, kim kendine temas etmek isterse, buyursun o kapıdan içeriye girsin.”

Kötülük Giremez

“Kapı açık,” demişken, Bedence’nin kapısındaki “Kötülük Giremez” tabelasına dikkat çekmek istiyorum.

Sibel Bilir: Kapıya “Kötülük Giremez” diye bir tabela yerleştirdim ve biraz şaşırtıcı geldi insanlara bu. “Ne yani kötüler buraya giremez mi?” gibi tepkilerle karşılaştım. Benim kötü diye bir bakış açım yok çünkü düalisttik bir zihne sahip değilim. Her şey birdir, bütündür ve olan’ın içerisindedir. Bunu yorumlayan sadece biziz. Bu bağlamda, kötülük içeriye girse bile buradaki atmosfer, Bedence’de yer alan ekibim ve bazılarına uçuk gelebilecek bakış açım o kötülüğü de, kötülük olarak addedilen o durumu da mutlaka, insanlığa yönelik faydalı bir duruma dönüştürebilme becerisine sahiptir demek istedik. Çünkü burası, net olarak ifade etmek gerekirse, bir dönüştürme atölyesi.

Bedence ismi beni çok etkiledi özellikle sonundaki –ce eki, bir dile gönderme yapıyor gibi. Bunun hakkında neler söylemek istersiniz?

Sibel Bilir: Beden dili ve mikro ifadeler uzmanı olarak çalışıyorum. Bu bağlamdaki işim ise, muhatabımın söylediğini değil söylemediğini takip etmek. Sözleri takip ediyorum, ağızdan çıkan sözlerle beden formunun eşlik ettiği dışa vurum birbiriyle örtüşmüyor çoğu zaman. Kişi “Gidiyorum” derken “Geliyorum” işaretini gösteriyor mesela. Oradaki senkron uyumsuzluğunu bir gösterge olarak ele aldım.

Bu bağlamda bedenimiz çok ağır bir sorumluluk üstlenmiş. Çünkü o kadar orijinal, öyle kendi ve öz bilişle öyle bağlantılı ki hücre yapımız, onlar olumlu-olumsuz, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi, ikilemli algılamıyorlar varlıklarını. Olanı hangi duyguyla kodlamışlarsa hücrelerimiz, o duyguyu olduğu gibi yansıtıyorlar.


Biz aklen bir takım söz süslemeleri yaparak o duygulara kelime giydiriyoruz ve zannediyoruz ki bu karşı taraf tarafından okunmuyor. Hücre bilişinin kolektif şuurla bağlantılı olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla eller, gözler, kaşlar, ağız, burun, ayaklar, vücut yönü, duruş, omuzlar, sırt, karın muhteşem bir ispiyoncu.

“Bedenimiz baştan ayağa muhteşem bir ispiyoncu”

Beden, yaşayıcının söylemediği şeyi kendi dürüstlük ve samimiyet bilişleri çerçevesinde o kadar duru bir şekilde ifade ediyor ki, bu algıyla yorumladığımızda konuştuğumuz dil her ne olursa olsun dışa vuran yalnızca Bedence. Diller kültürel köke bağlıdırlar ve sonradan öğrenilebilirler. Sonradan öğrenmemize gerek kalmayan ana ve ata dilimiz bizimle beraber dünyaya geliyor diye düşünüyorum. Bunun da adına Bedence diyorum.

Beden dili okuma sanatı

Beden dili okumak günlük hayatımızda bize ne gibi katkı sağlayacaktır?

Sibel Bilir: Bedence, “bir başka ben gibi”yi anlatıyor. İnsanın kendisini algılama şeklinin dışında kendi gibi olan bir başkasını, başka bir okuma modelini, onun bendekinden daha farklı çalışan yorumlama stilini, onun meta-programını, kişilik yapısını, kendi dünyasını, hayata bakmış olduğu pencereyi anlatıyor. Burada kişisel faydayı düşünürsek bireyi bir iletişim dehası kılıyor. Evrensel fayda bakımından öğrenilmesi gereken bu dille insan türünün ortak paydada bir araya gelerek, güç birliği oluşturarak yaşantı kalitesini artırma noktasında, mucizevi düzeyde farklılık yaratıyor beden dilini öğrenmek.

İnsanlar yetişirken çevresel etkiler ve ailevi etkileşimler neticesinde potansiyel suçluluk ve utanç kuyularıyla beraber geliştiriyorlar kendilerini ki bence insan olarak buna ihtiyacımız var; utanmayı unutmamalıyız. O içimizde bir yerde kalmalı. Fakat bu utanç, içimize kapanmayı, pasif olmayı, diğer insanlarla iletişimi kesip hayata küsmek gibi bir döngüyü getiriyorsa siz o kişinin bedeninden onun bu içe göçmüşlüğünü fark ettiğiniz anda ona bir dokunuşta bulunuyorsunuz.

“Merak etme, hepimiz aynıyız. Seni anlıyorum. Senin yanındayım. Seninle birlikteyim. Seni görüyorum ve duyuyorum.” gibi ağdalı sözler kullanmadan yine kendi bedeninizi kullanarak onun bedenine iyi gelebilecek bir takım teknikler, yaklaşımlar, metotlar aracılığıyla o kişinin iç dünyasını aydınlatabiliyorsunuz. İlişkiler içerisinde yanlış anlama adı altında yaşanan anlaşmazlıkları beden dilini çözümleyerek aslında ne demek istediği ve nereye takıldığı noktasında deşifre edebiliyorsunuz ve yaklaşımınızı ona göre düzenleyebiliyorsunuz.

“Kapitalist bir düzende yaşıyoruz, ekonomik ortamda bir alışveriş döngüsünün içerisindeyiz”

Bazı yaramaz zihinler var ve çok kısa yoldan, çok kolayca kendi lehlerine bir takım işler yapmak istiyorlar. Bir ihtiyacı baz alarak insanlara bir ürünü satıp gelir elde edebiliyorlar. Bu bağlamda siz Bedence’ye hakim bir insansanız karşınızdaki bu yaramazlık yapmak isteyen zihniyetinin bedenini anlayıp kendi koruma dairenizi rahatlıkla oluşturabiliyorsunuz. Hatta bunu kırmadan incitmeden yapabiliyorsunuz. Bir takım öfke atakları, agresifiyet durumlarının içerisinde yine ilişkiler arasındaki mesafeleri ya da vücudun yönünü düzenleyerek ya da bir takım postür pozisyonları alarak o anki öfke durumunu hemen o an orada tolere edebilecek ve onları rahatlatabilecek bir durum yaratabiliyorsunuz. Tam da bu noktada en başta dönüşüm dediğimiz şey meydana geliyor aslında.

Bana göre bu hayatı yaşayan, beden. Dolayısıyla bedenin işaret etmek istediklerini doğru kullanarak insanca iletişim kurmak ve bir kereliğine gelmiş olduğumuz şu dünyada daha rahat ve huzurlu -huzur derken, içi huzuru kastediyorum- diyebileceğimiz bir ortam yaratabilmek için öğrenmeye ihtiyacımız olan tek şeyin Bedence olduğunu düşünüyorum.

Koçluk nedir?

Verdiğiniz eğitimler arasında yaşam koçluğu da ilgi çekenler arasında. Bu konuyu önemsiyorum ve hakkında özellikle konuşmak istiyorum. Yaşam koçluğunun son yıllarda çok popüler olmasına karşılık önyargıları da üzerine çekmiş ve belki birçokları tarafından yanlış anlaşılmış bir alan olduğunu gözlemliyorum. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Bir koç tam olarak ne yapar?

Sibel Bilir: Bence koçluk gerçek hak edişini yaşamıyor. Bir takım polemiklere sebep olan yaklaşım hataları var. Koçluk tam anlamıyla bir dışarıdan seyretme, dışarıdan gözlemleme sanatıdır. Bunun da mantığı çok basit: Baykuş değiliz ki başımızı her yere döndürebilelim ve her şeyi görebilelim. Herkes kendi gerçeklik alanı içerisinde odaklanmış olduğu durumu algılayabilir, yorumlayabilir ya da yargılayabilir. Sorunun içindeyseniz sorunu görürsünüz. Daha genel bağlamda bir durumun içindeyseniz, sadece o durumu yaşarsınız. Koçlar bu bağlamda kişinin içinde bulunduğu durum her ne ise ona, onun duygusuyla eşlik etmeyerek tamamen dışarıdan bakış açısı eşliğinde o durumun uzantılarını, geçmişini, gelebileceği yönü, dışarıdan seyredebilir. Bütünden bakarak görmüş olduğu durumu, kişinin gerçekliğine müdahale etmeksizin onun da görmesini sağlayabilir.

Koçluk kesinlikle bir psikolojik yönlendirme değildir. Zaten koçlar konuşmaz, yorum yapmaz; soru sorar sadece. Bir danışmanlık, hatta bir yardım mercii de değildir. Ayrıca ben kimim ki bir başkasına yardım edebileyim? Herkes bir tek kendiyle bir ömür paylaşmaya çalışıyor; onu bile tam anlamıyla başaramıyor. Bir de kalkıp bir ikinci kişinin hayatının içine müdahil olmak biraz cesaret isteyen bir durum. Bunu da bilgisizliğe veya koçluk hakkındaki işleyişten habersizliğe yormayı tercih ediyorum.

Bir koçla çalışmanın sağlayabileceği fayda şudur:

Siz hangi duygunuzu yaşarsanız yaşayın hangi duygunuzun içinde olursanız olun bir kör noktanız vardır. Koç o kör noktaya ışık tutar ve kendi dilinizle, kendi algınızca onu görmenize destek oluşturur; bu bağlamda size eşlik eder.

Bireysel yaşam koçluğu yanında kurumsal koçluk eğitimleri de veriyorsunuz. Bunun kurumsal bağlamdaki faydası ne olacaktır?

Sibel Bilir: Bir bireyi ele almak gibi bu sefer bireyin yerine kurumu koyarız. Kurumun hedefi doğrultusunda yola nereden çıktığı, şu anda nerede olduğu ve nereye doğru gitmekte olduğunu, kurumun içinde çalışanların duygusallıkları veya sorunsallıklarından değil de tamamen dışarıdan profesyonel bir bakış açısıyla gözlemleyip objektif bir şekilde değerlendiririz. Koçluk prosesi doğrultusunda, kurumu bulunduğu yerden bulunmak istediği yere taşımak konusunda eşlik ederiz.

Biz, Bedence olarak mottomuzu “İşi insan olanlar için…” şeklinde belirledik. Gerçekten insanla uğraşmak durumunda olan herkesin beden dili, NLP ve koçluk üçgeninin içinde bir bilgi ortamı oluşturmasını ve bu üçgenin içinden deneyim tadıyla geçmesini ümit ediyorum. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır; konuşa konuşa büyür ve gelişir. Dolayısıyla o ilişki örgüsünü bu üçgenin içerisinde gerçekleştirebildiğimiz zaman bu bir faydaya dönüşüyor. Öğretmenseniz öğrencilerinizle olan ilişkilerinizde işinize yarıyor mesela; ama öğretmenseniz bir eşsinizdir de, bir anne, komşu, evlatsınızdır da aynı zamanda. Bu bağlamda insansız hiçbir yer yok. İnsansız hiçbir yer olmadığı için de işi, ilgisi, merakı insan olan herkese Bedence’de hitap edebilecek bir program mevcut.

sibel bilir bedence nlp eğitimi koçluk danışmanlık

Bu değerli röportajınız ve bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Son olarak, İndigo Dergisi okurlarına iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?


Sibel Bilir: Biz herkese “Gelsenize…” diye sesleniyoruz. Gelmeden, denemeden, uzaktan, kendi algınız ve yorumunuzla birtakım kanaatler getirmek yerine “Siz de bir içinden geçin; deneyin, görün” diyoruz. Onun için bu çağrımızı olmazsa olmazımız haline getirdik. Biz çağırıyoruz ve içeri girmek isteyen herkes için Bedence hizmete hazır; gelsenize…

Röportaj: Metin Hara: Korku yıkıcıdır, sevgi ise yaratıcı!


Sümeyra Uğur
1990 yılı Aralık ayında İstanbul'da dünyaya geldi. 2004 yılında Çankırı Nevzat Ayaz Anadolu Öğretmen Lisesi'nde öğrenim görmeye başlamasıyla beraber öğretmenlik hikayesine ilk adımını attı. 2012 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. 5 yıldır çeşitli özel okullarda İngilizce Öğretmenliği yapmaktadır. Mayıs 2014'te gönüllü arkadaşları ve öğrencileriyle birlikte sahneye koyduğu "The Beatles Musical - I wanna sing my song" adlı müzikal oyun ile yeteneklerinin yalnızca öğretmenlikle sınırlı kalmadığını görüp tiyatro, müzik gibi sanat dallarıyla ilgilenmeye başladı. Mayıs 2016 itibariyle kişisel blogunda yazılarını paylaşmaktadır.