İsminde “e” harfinden geçilmeyen Fransız yazar Georges Perec 1969 yılında “e” harfini hiç kullanmadan “La Disparition” isimli üç yüz küsur sayfalık bir roman yazdı. Bu, bir adamın ortadan kayboluşunun hikayesidir ve adamın kaybolduğu dünyada “e” harfi de kaybolmuştur.
Cemal Yardımcı bunu 2005 yılında “Kayboluş” adıyla Türkçeye çevirdi. Çeviriyi yaparken de aslına sadık kalarak yine “e” harfini hiç kullanmadı. Sizce kimin işi daha zordu; Fransızca’nın en sık kullanılan sesli harfine vebalı muamelesi yaparak bir roman yazmak mı, yoksa bu romanı Türkçenin en sık kullanılan ikinci sesli harfini hiç kullanmadan, aslına sadık kalarak çevirmek mi? Perec’in mi işi zordu, Yardımcı’nın mı?
Bu uygulama günümüzde yazarlık eğitimi alıştırmalarından biri olarak kullanılmaktadır. Roman yazacak kadar olmasa da ortaya anlam bütünlüğünü bozmadan “e”siz bir deneme çıkarmaya çalıştım. Bu hikaye, Perec’in yazdığı “e” harfinin kaybolduğu bir dünyada bir adamın kayboluşunun hikaye edildiği gibi, “e” harfinin yine kaybolduğu bir dünyada kaybolan anılarımızın hikayesidir. Hem zaten, bir harf dediğin de nedir ki?
Sol arka camın manzarası
Dünyanın başka hiçbir noktasında uygulaması olmayan Türk tipi toplu taşıma aracı olan dolmuş, ismini duraktan ayrılışındaki durumundan alıyor. Yani duraktan ayrılmışsa dolmuştur; dolmamışsa ayrılmıyor.
Çocukluğumun o kallavi, ABD yapımı, cam altı damalı dolmuşları dün gibi hatırımda. Şoförün yanına iki kişiyi oturt, hala aralarına tavla koyacak kadar aralık kalırdı. Hayvanların vücudunu kaplayan tabakayla örtülü koltukları, ön konsoldaki süslü oyaları, lolipop gibi boyalarıyla iç gıcıklayıcı arabalardı. Şanzıman dişlisi koldan aktarılırdı, çok da havalıydı.
Dolmuşa ilk oturan arka koltuğun sol başına, yani şoförün arkasına otururdu. Yuvadaki kumru gibiydin. Bahara zaman tanıyan kumrular gibi son yolcuyu alana kadar kapanmazdı kapısı kumru yuvasının. Durağa varan tüm yolcular dolmuşa oturur ama o son yolcu bir türlü oturmazdı. Kaldırımdaki yayaların suratlarında bir umut ışığı arar dururdun… Ha bindi; ha biniyor! Sıra sıra arşınlarlardı kaldırımı yuvanın yanından, kumru yumurtalarına düşman hain kargalar.
Aha bu da oturmadı!..
Aha bu da oturmadı!..
Hangi vakit buluşulacak, zaman tanınan o baharla?
Siyah montunun altına giydiği boğazlı kazağından tanırdın şoförü. Dudağına kondurduğu cigarası da cabası. Ara sıra gözün takılırdı bu umarsız şoförün davranışlarına.
Ağız dolusu kahkahalar…
Bitirimvari davranışlar…
Sol arka koltuğa sığışmış, umutla bakardın kaldırımı arşınlayanlara. Ta ki, zaman tanıdığın bahar o son koltuğa oturana kadar. Son oturanla arka kapı kapanır; son bir soluk alıp attığı yarım içilmiş cigarasına topuğunu basan şoför, yaylanarak kapıyı açıp, koltuğuna otururdu. Sonunda ayrılış vakti çatmıştır artık limandan, karanlığa doğru bir dolmuş kalkar bu duraktan…
Sonrası kolay… Paralar yolda toplanır, yük hayvanı katarı yolda dizilirdi. Kalçasını kapıya yaslayan, yandan çarklı şoför, bir yandan camı açık kapıya dayadığı sol kolunun parmaklarıyla yuvarlak simidi tutup, öbür parmaklarıyla parayı toplar; para üstünü uzatırdı. Sağ gözü para sayar, sol gözü yola bakardı. İlk oturan da sol arka camdan baka baka yol alırdı, bugün için tarih olan İstanbul manzarasına…