İslam tasavvufunda bu yolculuğa sülûk denir ve Tasavvuf’ta varılması gereken nokta İslam’da “Kendini hiçlikle bilen Rabbini varlıkla bilir” noktasına ulaşmaktır.
Hiçlik, kişinin her sahip olduğu özellikte (isim ve sıfat) dengelenmesi ve yaratıcının sonsuzluğunda kendi yerini idrak etmesidir. Bu hal, şahsiyetsiz, tembel bir kişilik yaratmaz. Bilakis, yaratıcısından emin olan, maddi olayların yıkamadığı kuvvetli şahsiyetler oluşturur.
Böyle dengeli, kişilikli insanın beşer halinden var olabilmesi için:
• Ben bir bedene sahibim ve bedenimin sağlıklı, yorgun, enerji dolu ya da hasta hali beni etkilemez çünkü bedenim sadece, içinde Allah’ın manasını taşımak için vardır, ve bu yüzden ben bedenime değer veriyorum ama tapmıyorum.
• Ben duygulara sahibim ama bu duygular bende yaratıcının manasını idrak etmem için, üzerimde hak olan yaratıcıya ait isim ve sıfatları ortaya çıkarmak için vardırlar yani aracıdırlar.
• Ben bir akla sahibim ama aklımı kural koymak için değil, yenilikleri öğrenmek ve algılayabilmek için (tefekkür) kullanırım. Kıyasların, aklı işlettiğini bildiğim halde, zıddı olan bir şeyin aslında var olmadığını idrak ettiğimden, kıyasları birliğe ulaşmada aracı olarak kullanırım.
• Ben bir egoya sahibim, ama ben sonsuza nisbetle hiçim. Buna rağmen hiçlikte tecelli edene göre herşeyim. Allah’ın beni saymış olması ve yaratmış olması ve benden tecelli etmesi bana güven sağlar. Buna rağmen mükemmel olma isteğimde hiçbir zaman başarılı olamayışım bana hiçliğimi öğretir,
• Ben bir kalbe sahibim. Ancak bilirim ki kalbim bir et parçası olmayıp, Allah’ın ışığının vurduğu yerdir. Çünkü Kuran’da Allah, “Ben yerlerin ve göğün nuruyum, ışığıyım” buyuruyor. İşte bu ışık sayesinde kalbim, aklımın algılayamadığı derinlikleri ve sonsuzluğu idrak eder. Ve kalbim, Allah’ın mekanı olur. Orada tecelli eder. Bu tecelli sayesinde ben herşeyin Bir’den ibaret olduğunu ve bütün sayıların birin tekrarı olduğunu idrak ederim,
• Ben Allah’ın ruhumdan ruh üfledim dediği sonsuz bir zenginliğe sahibim ve bunu idrak ettiğim zaman huzurlu olurum ve Allah’ın huzurunda olurum
der.
Bütün bu idrakler, insanın vücudu içinde dengeyi kurmasıyla alakalıdır. O halde önce, bedenimizi sağlam ve esnek tutmak, midemizi yeterli ve dengeli gıdalarla beslemek, tutkularımızı aşırılıktan korurken, tutkusuz olmaktan da kaçınmaktır.
Mesnevi’ de Hz. İsa’ya sorarlar; “En korktuğunuz şey nedir?” “Allah’ın gazabıdır” der. “Peki bundan nasıl korunuruz?” deyince, “Kendi öfkenizi yenerek.” diye cevap verir.
“Korkular nefsin eseridir”
Korkular nefsin eseridir diyor Hz. Mevlana. Allah’ına güvenen ve Allah’ın evebeyn olarak hakiki koruyucu olduğuna inanan kişi için tek korku, bu yüce sevgiliyi kırma korkusudur. O bile, annesinin ilgisini çekmek için şımaran çocuğun korkusuna benzerse insanı acı çekmekten uzak tutar.
Ama bu hal ve bu idrak tedbirsiz kalmak değildir. Tedbiri alıp sonucu hakkında üzüntü duymamaktır. Dünyadaki bize ait gözüken şeylerin, yok olabileceğini düşünerek, Epiktet’in dediği gibi “Çömlek seviyorsan itiraf et, kırılınca üzülmezsin” diyebilmektir. Kuran’ın cehennemin kapıcısına verdiği adın Malik, yani mülk sahibi, cennetin kapıcısına verdiği adın da Rıdvan, yani razı olan olduğunu bilerek, dünyada bize verilen şeylerin emanet olduğunu hissedip, mülk haline geçirmemek (benim dememek) ama korumak, başımıza gelen hadiselerde ise sıkıntı ve bela duyma yerine terbiye olduğumuzu hissederek sevinmek derecesine ulaşmaktır.
“Vücut aklın idare ettiği bir at arabasıdır”
Eflatun, İslam’ın sırat-ı müstakim dediği bu duygulardaki dengeyi şöyle anlatır: Vücut aklın idare ettiği bir at arabasıdır. (Buradaki akıl gönülle evli olan akıldır, yani sezdiği şeylerin gönül tarafından teyid edilmesiyle tatmin olan akıldır). Atlardan bir tanesi şehvet yani duygularda aşırılık, diğeri şecaat yani terbiye edici ahlak, etiktir. Ancak atlar dengede olduğu zaman araba düzgünce yol alır. Burdan da anlaşılıyor ki, ilk insanla başlayan tasavvuf, her devirde aynı şeyleri söylemiş ve aynı şeyleri önermiştir.
O halde insan bütün bu özelliklerinden dolayı, kendinde var olana göre var, kendine göre yoktur. Bu yüzden gururlu değil, vakarlı olur. Gurur, “Ben üstünüm” demek, vakar ise “Var olmamın sebebi var” demektir.
Bu anlayış insanı içindeki huzura, yani Allah’ın huzuruna götürür. Ve insan, bu anda pratik akla kavuşur.
Kendi manalarının kılavuzluğuyla, belli bir düzeye ulaşan kişi dünyadan etkilenmez. Övüldüğünde sevinmez, yerildiğinde incinmez. Aç gözlü değildir. Kaybetmekten korkmaz. Yalnız Allah’a güvenir.
Bu hal tasavvufu birebir hayatında yaşayan Hz. Musa’da aşikar olmuştur. Kuran’da ve Ahd-i Atik’te belirtildiğine göre Musa, güven makamına böyle çıkar. Yaratıcı ona elinde ne olduğunu sorar, Musa; “Bu benim asam, ben ona dayanırım.” der, ve onunla neler yaptığını anlatır. Allah asayı atmasını emreder. Asa yılana dönüşür. Böylece Hz. Musa dayanılacak tek gücün Allah olduğunu öğrenir. Daha sonra Musa asasını Allah’ın emri ile Firavun ve sihirbazların önünde yere atar. Yılana dönüşen asa, sihirbazların yılanlarını yutar. Bu da Allah’ın emrinin insan irade ve çabasından daha güçlü olduğunu ispat eder. Allah, Musa’ya, “Yere attığında atan sen değilsin.” buyurur. Bu da insana, kendi irade ve arzularımızla Allah’ın iradesini bozmaksızın mevcudata hizmet etmenin zevkini öğretir.
Bunların sonucunda insan, insan olmanın zevkini yaşar. Hedefimiz kendimizi yok etmek değil, kendimiz aracılığıyla insani ve gizli ruhları görebilmektir.
Tasavvuf, hakkında konuşulması gereken değil, yaşanması gereken içsel yolculuktur. Tassavvuf şeriatın iç yüzünü araştırır ve insanı şeriata değil, şeriatı insana hizmet eder hale geçirir.
“La ilahe illallah”
Kelime-i Tevhid, “La ilahe illallah” olup, “La”, yok diyenleri, (ateistleri, benden başka herşey yok) kabul, ikinci kısmında, önümüze gelen herşeye taptığımız devreleri kabul, üçüncü kısmında taptığımız şeylerin bir bir yok olduğunu gördüğümüz, tapılacak hiçbirşey yokmuş; “la ilahe” devresini kabul, ve sonunda “nefsini bilen Rabbini bilir” haliyle “yalnız var olan Allah’tır”ı kabuldür.
Namaz bütün sufizm yollarında geçerli olan içsel huzur, kendindeki yaratıcıyı bulmak, (Hak) o yaratıcı önünde eğilmek ve onunla birlikte miraçta bulunmaktır.
Zekat, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için tek çarenin fazlalıklarını onlarla paylaşmanın zevkine varmak olduğunu öğretir.
Oruç, vücudu aşırılıklardan alıkoyan ve sabrı öğreten, fakirin halini idrak ettiren ve layıkıyla yapabilen için Kuran’la müjdelenen ibadettir. (Ramazanın sabrının neticesi Kadir gecesidir, yani Allah, kendi manasını taşıyan ilmi insanlara lütfetmiştir).
Hac, insanlar arasındaki ayırımı ortadan kaldırarak Allah’ın manasını taşıyan ve içi putlardan (Allah’tan gayrıdan) temizlenmiş gönül etrafındaki tavaftır.
Görüyoruz ki tasavvuf, maden, bitki ve hayvan vasıflarıyla yaratılmış beşerin insan olma sanatıdır. Günümüzde dinler, tasavvufun birleştiriciliğinde ve gözlükleriyle birbirlerinin tamamlıyıcısı olarak görülebilirlerse, herşeyin tekten ibaret olduğu bilinir. Bu bakış açısından farklılıklar birliğin güzelliğini yansıtan aynalar olarak kabul edilir ve sloganlar atılarak yaşanmak istenen savaşsız toplumlar, kendi iç savaşlarını bitirmiş insanlar sayesinde sağlanabilir.
Kenan Rifai’ye göre tasavvuf nedir?
Kenan Rifai‘ye göre tasavvuf herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup insanla beraber başlayan ve insanla beraber tekamül eden bir tefekkür silsilesi, bir hayat tecrübesidir. Daima dinle yan yana görülmesi, dinin onun yardımına, şerh ve tefsirine muhtaç olmasından dolayıdır.
Kenan Rifai‘nin tasavvuftan kastettiği şey en geniş manası ile “birlemek” tir. Çokluk halinde önümüze serilen bu alemi bir bilip, bir görüp, bir sevmek.
Kendisine “tasavvuf nedir?” diye soranlara “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor. Yine bir başka tarifinde “her hal ve vakitte edebdir”. “Tasavvuf güzel ahlaktır, güzel ahlak ise edebdir, edeb ise Haktan başka bir şey görmemektir” diyor. “Herkesin kendi üstüne düşeni yapması bir ibadettir. Fiillerimiz, bu alem sahnesinde oynanacak olan piyesten istidadımıza göre bize verilen rolün gereğidir.
Onun tasavvuf anlayışı içinde hem ahlakçıların, hem vahdet-i vücudcuların, hem de ilahi temaşacıların kuvvetli terkibi kaynaşarak şahsiyeti hamurunu, böyle müşterek bir maya ile kabartıp kıvamlandırmıştır.
“Benim üç gözlüğüm var. Biri yakını gösterir, ötekini uzak için kullanıyorum, üçüncüsü ile de hem yakını, hem uzağı görüyorum. Yani bunda iki türlü görüşe de elverişli camlar mevcut. Eğer yakın gözlüğü ile uzağa bakacak olsam başıma dönme veriyor, keza uzak gözlüğü ile de yakın bir şeye baksam aynı hal vaki oluyor, fakat üçüncü böyle değil.
Bundan şu neticeyi çıkarmak mümkün: Demek oluyor ki;
Yalnız dünyayı, şekli, maddeyi görmek isteyenler için ahireti, manayı, ruhu görmek mümkün olmuyor, yalnız ahireti görmek isteyenler için ise dünyayı görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalıdır ki dünyayı, yani zahiri şekli görmesi manayı görmesine ve manayı görmesi de şekli görmesine mani olmasın.”
Kaynakça: Mesnevi, Kenan Rifai, Tasavvuf çalışmaları