Bildiğiniz gibi ülkemizde Sünni kesim içerisinde dönem dönem tartışma konusu olmuş bir başlık olan “Anadilde ibadet”i çok farklı bir bakıl açısı ile değerlendirmek istiyorum. Her ne kadar bu konu ne zaman bir cemiyet içerisinde ortaya atıldığında, hamasi savunmalara sıklıkla rastlamış olsam da konuyu mutlak nesnelliğe yaklaşarak ele almaya çalışacağım.
Anadilde ibadet konusunda akla gelen temel tartışma konularından bir tanesi hiç şüphesiz Kuran’ın Türkçe okunup okunamayacağı diğeri ise 1932 ila 1950 yılları arasında uygulanan Türkçe ezan konusudur. Ayrıntılara geçmeden önce aktarmak istediğim bir başka husus yazının içinde karşınıza çıkacak olan ve benim doğrudan aktarımım olan yüzdelik değerlerin hissiyata bağlı (muhtemelen gerçeğe yakın) değerler olduğu ve herhangi bir anket sonucunu temsil etmediğidir.
Kuran’ın tercümesi
Konuya girişi, Kuran’ın ülkemizde Türkçe okunup okunamayacağı noktası ile başlayalım. İslam’ın indirildiği zaman ve mekan ele alındığında Arapça’nın Müslümanlara bu dinin içeriğini aktarmak ve anlatmak için kullanıldığını bugün kimse yadsıyamaz. Bunun yanı sıra, ülkemizde aynı İslam dünyasında olduğu gibi birçok kişi bu dilin ve Kuran’ın asıl metninin Arapça haliyle insanlara aktarılması gerektiği savunmaktadırlar.
Burada değerlendirilmesi gereken ve aslında konuyu omurgasından yakalayan okuma-anlamanın önemi karşımıza çıkıyor. Eğer bir metin içselleştirilmek isteniyorsa, ki ibadet noktasında bu son derece kritiktir; o zaman o metne gerçekten hakim olmak zorunludur.
Bir insan, istisnai durumlar dışında en yüksek okuma-anlamaya öz anadilinde ulaşabilir. Hal böyle iken; Kuran’ı asıl metni ile anlamaya istenilen seviyede ne kadar ulaşabilir? Gelin bu soruyu biraz filolojik biraz da tatbiki bir açıdan ele almaya çalışalım.
Öncelikle Kuran’ın kullandığı Arapça’nın bugünkü Arapça’dan çok farklı eski bir dil hali olduğunu ve yapı itibariyle (sözdizimi) farklı cümle yapıları ihtiva ettiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Binaenaleyh, bugünkü Arapça’yı öğrenme yolu ile kutsal kitabın metnine ulaşmak biraz zordur.
Şimdi size birkaç sene evvel tanıştığım bir Tunuslu arkadaşımın yaşamından bir örnekle konuyu izah etmeye çalışacağım. Muhafazakar bir aileden gelen bir kişi olarak kendisi yıllar içerisinde münferit çabaları ile Kuran metni ile önemli ölçüde meşgul olmuş. Yaptığımız sohbetler sırasında Kuran metnini ne kadar anladığını sorduğumda bana “Ben yaklaşık %70’ini anlayabiliyorum” dedi. Burada ifade edilen kelimelerin teker teker anlamları değil metnin manasının %70’idir.
Ayrıca sohbetimizin devamında “Annem Kuran metnini hiç anlayamaz” demişti ve bunun bir eğitim meselesi olduğundan bahsetmişti. Her ne kadar Tunusça, Arapça’nın bir lehçesi yani birebir aynısı olmasa da yapı itibariyle Arapça ile yüksek seviyede ilişkili bir lisandır. Böyle bir anadilin içinde doğup bir kişi bile yıllar yılı uğraşının sonunda kutsal metnin %70’ine mana olarak hakim olduğunu söylüyor ise siz gelin Arapça ile ortak bir dil ailesinden gelmeyen bir anadile sahip birinin ne kadar zamanda ne seviyeye gelebileceğini hayal edin.
Türkçe ezan konusu
İkinci temel mesele, ezan konusunu da içine alacağım ve anlama adına çok önemsediğim tercüme konusudur. Bu yakınlarda tanıştığım Irak kökenli bir öğretmene “Bizde çocukların çoğu ibadet için duaları ezberler, ancak anlamını bilerek söyleyenlerin oranı yok denecek kadar azdır” dedim. Öğretmen bu söylediğime çok şaşırdı. Çocuklara naklîcilik adına bu metinler öğretiliyorsa (telaffuza hiç girmiyorum) anlamlarının sorgulanmadan kullanılmaları son derece doğaldır.
Tam da bu noktada 1932 ila 1950 yılları arasında Türkçe olarak okunan ezana değinmek istiyorum. Her ne kadar hamasi ve siyasi tartışmaların konusu olsa da, ezanın anadildeki metninin; aktarmak istediği içeriği daha iyi aktardığını düşünüyorum.
Nüfusun yüzde 95’i ezanın ne dediğini bilmez
Burada başka bir iddiayla devam etmek istiyorum. Nasıl ki duaların çoğunu anlamları olmadan şifreler gibi öğrendik; iddia ediyorum, Sünni nüfusumuzun %95’i ezanın ne dediğini bilmez, bilemez. Zira, hiç bu mana sorgulama noktası hiç gelmedi.
Daha da ileri giderek şunu söylüyorum: Bırakın ezanı, başındaki “Allahu ekber”in anlamını ahalinin aynı yüzdesi bilmez, bilemez. “Yok artık, o kadar da değil” serzenişlerinizi duyar gibiyim. Ancak şunu söyleyeyim: Bu hissî istatistiğim bence gerçekte %99’a yakındır.
Anlatayım. Daha 9 yaşındayken Kuran’ı hatmetmiş ve 60 yaşının üzerine gelmiş bir hanıma ezanın başındaki iki kelimenin anlamını sordum. Böyle bir soruyu sanki daha önce hiç sormamış gibi duraksadı ve “Allah birdir” dedi. Yirmili yaşlarında ve dini bilgisi ülke ortalamasının çok üstünde olan bir gence aynı soruyu yönelttim, o da tereddütsüz “Allah büyüktür” dedi. Acı gerçeği öğrenmek istiyorsak, iki cevabın da yanlış olduğunu söylemek zorundayım.
İtiraf etmem gereken nokta, benim de yıllarca ikinci cevabı doğru olarak biliyor olmamdı. Taa ki, birkaç hafta önce bu tercüme konusunda hassasiyet gösteren ve doğru anlamı açıklayan bir makaleyi okuyana kadar. Ezanın ilk iki kelimesinin doğru tercümesi “Allah en büyüktür”. “En büyük” ifadesi ile “büyük” ifadesi aynı kapıya çıkmaz. İşin ilginç yanı, 1932 ila 1950 yılları arasında okunan Türkçe metinde de “Tanrı uludur” ifadesinin kullanılıp “en uludur” denmemiş olmasıdır.
Özetlersek, köken olarak anadilimizden uzak ve güncel olarak kullanılmayan bir kutsal metin dilini günümüzde ibadet için gerek şart görmek kanımca aklı selime uymamaktadır. Ayrıca madem ki ibadet için anlamak şarttır; o halde mütercim ve müfessirlerin üstlerine ağır sorumluluklar düşmektedir. Hiç şüphesiz ki, insanlar ancak onların açtığı aydınlık yollarda kavramların manalarına ve kendi maneviyatlarına nail olacaklardır.