Ortaçağ Avrupası’nda ihtişamlı törenle gömülmek isteyen zenginler, ağıt için keşiş ekibi kiralardı. Kiralık keşişlerin okuduğu Latince ilahinin son cümlesi şöyleydi;
“Yaşayanların dünyasında efendimizi memnun edeceğim.”
Ağıtçı keşişlerin ölenle hiçbir yakınlıkları yoktu. Bunlar, üzülmüş gibi görünmeye çalışan sahte ölü yakınıydılar. Cenazelerde timsah gözyaşı döken bu sahte ölü yakınlarını kiralamak pahalı bir işti ama o devirde çok revaçtaydı. Bu tür ticari rahiplere, Latincede “memnun eden” anlamına gelen “plasebo” adı verilirdi. İşte bu sahte ağıtçıların adı gün geldi, gerçekte farmakolojik olarak etkisiz bir maddenin telkine dayalı etki yaratmasının adı oldu.
Plasebo… Yalancı ilaç!..
Peki gerçekte iyileştirici etkisi olmayan bir madde, nasıl olur da hastalığı iyileştirir?
İnsan vücudu homeostasis denen bir denge halindedir. Bu, canlının kendi kendini ayarlama, bazı hallerde de onarım yeteneğini ifade eder. İşte plasebo, bu yeteneği harekete geçiren uygulamadır. Hasta düzeleceğine inanır ve düzelir. Olay bundan ibarettir.
Düzelmekle kastedilen homeostasistir. Yani, bozulmuş dengenin yoluna koyulmasıdır. İnsan psikolojisinin tedavi üzerindeki olumlu etkisi fark edildiğinden beri yapılan araştırmalar; enjektabl olan ilaçların kapsüllerden, kapsüllerin tabletlerden, tabletlerin şuruplardan, kırmızı ilaçların beyazlardan daha etkili olduğunu ortaya koymuştur.
Bistüri, eski adıyla neşter ise tüm bunların nirvanasıdır. Zaten öyle olmasaydı ne hasta ne de cerrah komplikasyon riskleri olan bir müdahaleyi kabul ederdi. Hatta bu durum terminolojiye de yansımıştır. Yaralar, kırıklar ve ameliyatlar için “düzelme”den bahsedilirken, dahili hastalıklar için “iyileşme”den söz edilir. Yani, cerrah düzeltir, hekim iyileştirir.
19. yüzyılda hemen hemen hepsi sakallı olan cerrahların sakallarını kapatmak için taktıkları ameliyat maskeleri, ilk başlarda tıpkı ameliyat bereleri gibi bir işlev görüyordu. Amaç kıldan arınmış ortam yaratmaktı. Sonraları mikropların damlacık yoluyla bulaştığı tespit edilince, sakallar gitse de maskeler yerinde kaldı. Arkasından önlükler, eldivenler, ameliyat lambalarının sıcaklığı derken, bir de AİDS’in yaygınlaşması üzerine koruyucu gözlüklerin kullanıma girmesiyle ameliyat yapmak adeta eziyete dönüştü.
Türkiye’de bu eziyeti çeken cerrahlardan bir de üstüne üstlük; saatlerce stres altında zamana karşı yarışması, nöbet tutması, nöbet sonrası kaldığı yerden işine devam etmesi, kibar davranması, umut vermesi, kaybolan umudu yerine koyması, söylediği ve yaptığı her şeyi kaydetmesi, kaydettiği her şeyi yapması, bir hastaya açıklama yaparken bir sonraki hastayı fazla bekletmemesi, sabit bir noktada saatlerce ayakta durup dikkat gerektiren hassas işleri yapması; bu işleri yaparken de asla hata yapmaması, onun da insan olduğu ve organizmasının herkes gibi aminoasit ve minerallerden oluştuğu umursanmadan istendi, kendisinden beklendi.
En ufak hata yapan ise hedef tahtasına oturtuldu. Sonuçta, topluma yön vermesi beklenen zeki gençlerin, toplumun nişan aldığı dart tahtasına dönüştürülmesi, doktorları mesleklerinden soğuttu.
Bu zorluklara tanıklık eden tıp öğrencilerinin “creme de la creme” tabakası, cildiye, radyoloji, psikiyatri, fizik tedavi gibi daha az riskli branşlara yönelmeye başladı. Beyin cerrahisi ile acil tıp uzmanlığı ise TUS’da barajı geçenin kapak attığı bölümler haline geldi.
Ve… Ne yazık ki Ortaçağ Avrupası’nda azraile teslim olanların arkasından sahte gözyaşlarıyla yürüyen rahiplere bile gösterilen itibar, 21. yüzyıl Türkiyesi’nde azrailin kollarından adam alan hekimlere gösterilmedi.