Dolmabahçe Sarayı’nın en ihtişamlı bölümü olan Süfera Salonu restorasyonu sırasında 160 yıldır ilk kez yerinden kaldırılan parkelerinin altından sır dolu bir şişe ve işçilerin yazdığı not çıktı.
İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan Süfera Salonu’ndaki restorasyon çalışmalarında döşemelerin altından 1917 yılına ait bir not, 1852 yılına ait sarayın yapımında çalışan ustaların imzaları, ufak boya şişeleri, numuneler ve zımpara parçaları çıktı. Bulunan parça ve numuneler Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı tarafından koruma altına alındı.
35 kişilik bir ekip, söz yerindeyse ‘arı’ gibi çalışıp, bir ‘cerrah’ edasında hassas dokunuşlarıyla tarihimizi işliyor; asırlık eserleri, özüne sadık kalarak gelecek nesillerin de görebilmesi için onarıyor.
Özel teknikler izleyen, geniş AR-GE çalışmaları yapan ekip, tarihimize ışık tutacak keşiflere de imza attı. Dolmabahçe Sarayı’nın en gösterişli bölümlerinden olan Süfera Salonu’nda 160 yıldır ilk kez yerinden kaldırılan parkelerinin altından sır dolu bir şişe çıktı.
Kiriş arasında bulunan Bekçi Yunus’un yüzyıllık notu ise heyecan uyandırdı…
Milli Saraylar İdaresi Başkanı Dr. Yasin Yıldız ve Restorasyondan Sorumlu Damla Acar, önemli bilgiler paylaştı.
Çalışmalar nasıl gidiyor, süreci anlatır mısınız?
Burası Dolmabahçe Sarayı’nın en görkemli bölümü. En fazla tezyinatı yani süslemesi olan odamız Süfera Salonu. Aslında çok iyi korunmuş ama tabii özgüne yapılan özellikle 40’lı yıllardaki bir takım yanlış müdahaleler var.
Onları da düzelterek orijinali çıkarılmaya çalışılıyor. Birkaç kalem iş bir arada yürüdüğü için yapımı biraz uzun sürüyor. Buranın dışında Dolmabahçe Sarayı’nda 68 dairemiz var, bunlar padişahların hususi dairesi. Orada da bir çalışmamız var, bilhassa tavanla ilgili.
2020 yılında ziyarete açılacak
Bu restorasyon şu açıdan önemli; Dolmabahçe Sarayı tarihindeki en ciddi restorasyonu burada görüyor.
Sarayın yaklaşık yüzde 10’luk bölümünü ziyaretçi görememiş oluyor. Sarayın sanat tarihi ve mimari açısından en nadide öğeleri şu an görülemiyor. Bu restorasyon çalışması sarayın diğer bölümlerinde de devam edecek.
Süfera Salonu’nun restorasyonu ne kadar sürecek?
Planlamamıza göre 2020 yılı içerisinde bitirmek istiyoruz. Ama bizim için önemli olan çalışmalarımızın nitelikli olması. Buraya senede 1 milyon turist geliyor. İki yıldır kapalı bu salon, o yüzden bir an önce ziyaretçiyle buluşturmak istiyoruz.
Boya analiz edilecek
Restorasyon sırasında bulunan eserlerin önemi nedir?
Bu tip yapılarda her zaman sürprizlere açık olmamız lazım. Burada da arkadaşlar boya şişesi buldu. Birtakım imzalar ve zımpara parçaları bulundu. Bunlar 1852 yılında burada çalışan ilk ustalara ait. Boya şişesi ise o dönemlerden kalma bir hatıra olarak saklanmış.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki onarımlara ait birtakım notlar var. Arkadaşlarımız şişenin içinde boyayı analiz edecekler. Oradan çıkan sonuç bizim için çok önemli. Mesela parkelerin altından çıkan döşeme tahtalarında dönemine ait kama çivi dediğimiz ama bugün artık bulmamız çok mümkün olmayan civiler. Onların dayanılıkları bile çok önemli.
160 yıllık parkeler
Peki muhafaza işlemleri nasıl oluyor?
Bunlar birinci sınıf tarihi eser değil ama illaki korunacaklar. Çünkü bizim açımızdan tarihimize ışık tutacak şeyler. Ama korumacılık dediğiniz zaman orta salondaki yürütülen parke çalışması çok özel bir çalışma. 160 yıl önce yapılmış olan parkeler, çok şanslıyız ki aynen elimizde. Ve bu parkeleri arkadaşlar yeniden yapmak yerine bir puzzle gibi tek tek yerinden alarak bakımını ve konservasyonunu yapıp parkeyi aynı yerine yerleştirmek suretiyle hem binanın ömrünü uzatmaya çalışıyorlar hem de yaptığımız bu çalışmayı bütün olarak tamamlamış oluyorlar.
Eşyalar obje atölyesinde
Milli Saraylara bağlı kaç atölyemiz var, kaç kişi çalışıyor?
32 atölyemiz var. Bu restorasyon işlerinde de 500 kişi istihdam ediyoruz. Dönemlik restorasyon çalışmalarımızda gereken atölyelerimizi de ayrıca oluşturuyoruz. Bir de saydığımız 32 atölyenin dışında obje atölyemiz var. Orada da şu an bu salonun içindeki eşyalar restore ediliyor.
Peki bir sonraki restorasyon planlandı mı?
Selamlık’tan başlayıp, Harem’e doğru mekansal, daha çok tezyimli bölümlerden daha az tezyimli bölümlere doğru bir sıralamamız var. Zaten bu salonun hemen önündeki kristal merdiven ve çevresinde restoran hazırlıkları yapılıyor.
Restorasyonun maliyeti ne kadar?
Bizim, diğer kurumlarda olmayan bir avantajımız var. diğer kurumlar, vakıflar dışarıya ihale ettiği için daha kolay ve doğru maliyet çıkarabiliyorlar. Ancak biz kendi personelimizle çalışıyoruz.
Sadece şunu söyleyebilirim tüm çalışmalarımız Milli Saraylar’ın ve kamunun öz kaynaklarıyla yapılıyor. Gerek personel, gerek ekipman ve gerek malzemeler bu şekilde karşılanıyor.
Yaşlı ve estetik yapıyı bozmadan onarıyoruz
Restorasyon sorumlusu Damla Acar, yapılan çalışmaları şu sözlerle anlattı: Salonun her bir milimetresi hem temizleniyor, hem restore ediliyor. Sadece salonun büyüklüğü 600 metrekare, artı bir 600 metrekare daha çevresindeki odalar var. 2017 yılı boyunca proje süreci geçirdik.
Araştırmalar ve konservasyon konsepti çalışmaları yaptık. 2018’in başında da restorasyona başladık. Toplam 35 kişilik bir ekibiz. Restorasyon sırasında önceliğimiz var olanı yani mevcudu koruma. Yapıyı estetik hale getirirken, özgün uygulamanın üzerine boyama yapmamaya odaklıyız.
Konservasyon yaklaşımı yapıyoruz, yenileme yaklaşımımız yok. Zaten yapının özü otantik ve yaşlı görüntüye sahip. Yani biz özgünlüğün estetiğini yansıtmaya çalışıyoruz. Yapacağımız her dokunuş için defalarca deneme yapıyoruz. Sonuca göre uygulamaya geçiyoruz.
Mesela altın varak her yere uygulanmıyor. Küçük rötuşlarla sadece kayıp noktalarda uygulanıyor. Ve aslında altın varak uygulamamızda Osmanlı tekniğini yani özgün tekniği bilmediğimizi fark ettik.
Ekibimizden Cüneyt ve Sümeyra, parlatılmış kurşun beyazı tekniğinde çalışıyorlar. Burası Topkapı Sarayı’ndan farklı bir saray. Batılılaşmanın, modernleşmenin de sarayı burası aynı zamanda. Dolayısıyla burada gördüğümüz birçok teknik aslında Batı’da uygulanan tekniklerin Osmanlı yorumu. Kesinlikle aynısı değil.
Oryantalist tablo ‘Çölde Av’ restore ediliyor
Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı, müzecilik alanında önemli bir başarıya imza atarak Türkiye’nin en büyük oryantalist tablosu ‘Çölde Av’ı koleksiyonuna kazandırdı.
3 aylık titiz bir hazırlık aşamasından sonra Fransız ressam Félix-Auguste Clément’e ait 35 metrekarelik devasa tablo, Sait Halim Paşa Yalısı’ndan alınarak Resim Müzesi’ne nakledildi.
Ebatı ve taşınma hikayesiyle Türkiye’nin en çok konuşulan eseri, şu anda Resim Müzesi’nde tabloya özel oluşturulan atölyede restorasyonda. 1865 tarihli tabloda, on üç kişilik bir avcı grubunun, çölde ceylan avı sonrası dinlenmesi ve avla meşgul olması yansıtılıyor.
Eser üzerinde şu anda vernik üzeri kir temizliği ve faceing (yüzey koruma) işleminin geri alınma uygulaması yürütülüyor. Tablonun 5 ay sonra yeni yerinde sanatseverlerle buluşması bekleniyor.
120 yıllık halının onarımı için özel havuz
Sultan II. Abdülhamid döneminde, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ziyareti için 1897’de yaptırılan Yıldız Şale Köşkü’nün tören salonuna serilmek üzere, Hereke Halı ve İpekli Dokuma Fabrikası’nda salonun tamamını kaplayacak ölçüde bir yün halı dokundu.
Halının şemasını saray ressamı Emil Meinz yaptı. Dönemin Türk-Alman ilişkilerine dair önemli ipuçları veren halı, hala ‘Türkiye’nin en büyük yekpare halısı’ olma özelliğini taşıyor.
Halı, 120 yılın ardından ilk defa salondan çıkarıldı. Özel olarak Yıldız’da yapılan bir havuzda yıkandı. Halı, sürecin ardından yine Yıldız Şale Köşkü’nde ziyaretçilerini ağırlamaya devam edecek. (Kaynak: Yeliz Coşkun / AKŞAM)
Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’na ilk gelişi
Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid’in emriyle inşa edilen Dolmabahçe Sarayı (1856), Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerinde yenileşmenin simgesi olmuştur. Saray, 3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan 431 Sayılı Kanun’la Türk milletine intikal etmiş, Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerinde (1927-1949), Cumhurbaşkanlığı makamı olarak kullanılmıştır.
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1927-1938 yılları arasında (11 yıllık bir süreçte toplam 4 yıl), İstanbul’daki çalışmalarında Dolmabahçe Sarayı’nı kullandı ve burada hayata gözlerini yumdu.
Atatürk, Cumhurbaşkanı olarak 1 Temmuz 1927‘de İstanbul’a geldiğinde Dolmabahçe Sarayı’na inmiştir. İstanbul halkının coşkun tezahüratı arasında Hazine Kapı’dan saray bahçesine girmiş ve sarayın en görkemli mekanı olan Muayede Salonu’nda, başta milletvekilleri olmak üzere, çeşitli kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşan 955 kişilik bir heyete hitap etmiştir. Konuşmanın tam metni halen Muayede Salonu’nda sergilenmektedir.
Atatürk’ün Dolmabahçe’de ikamet ettiği bölüm
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk, Harem bölümündeki Hususi Daire’de ikamet etmiştir. Sarayı, Türkiye’nin modernleşme planlarının yapıldığı bir devlet ve kültür merkezi olarak kullanmıştır. Hatta, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Özalp, Fahrettin Altay, Şükrü Kaya, Recep Peker, Celal Bayar gibi dönemin ileri gelen devlet adamları ile toplantılarını burada yapmıştır. Harf Devrimi, Menemen Olayı ve Hatay ile ilgili toplantılar da yine, Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirilmiştir.
Ayrıca, Abdülhak Hamit Tarhan, Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay, Yusuf Akçura, Samih Rıfat, Safiye Ayla gibi dönemin aydın, sanatçı ve gazetecileriyle de yine Dolmabahçe Sarayı’nda sık sık bir araya gelmiştir.
Latin Harflerinin Kabulü
Atatürk, Türk Dili ve Türk Tarihi ile ilgili çalışmalarında, İstanbul’u ve Dolmabahçe Sarayı’nı merkez yapmıştır. 1928 yılının Ağustos ayından başlamak üzere, 1937 yılına kadar dokuz yıllık süreçte, İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda, bizzat iştirakiyle Türk dili ve tarihi ile ilgili kurultaylar toplanmış, kongreler düzenlenmiştir.
1928’deki İstanbul’a ikinci ziyaretinde, Dolmabahçe Sarayı, Cumhuriyet döneminin köklü yeniliklerinden Harf İnkılabı’nın yapıldığı yer olmuştur. Latin harflerinden oluşan yeni Türk Alfabesi kitabı ilk defa burada dağıtılmıştır.
Süfera Salonu ve Harf Devrimi
Ülke çapında yeni harflerin öğretimine yönelik kara tahtanın ilk kurulduğu yer de, Dolmabahçe Sarayı Süfera Salonu olmuştur. Yeni harflere ilişkin bu toplantılar toplam üç oturumda, 25, 27 ve 29 Ağustos 1928’de gerçekleştirilmiş ve devamında yeni alfabe, 1 Kasım 1928’de TBMM’de kabul edilmiştir.
Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirdiği önemli çalışmalarından ikincisi, Türk dilini sadeleştirmeyi hedefleyen ve üç kez icra edilen dil kurultayları olmuştur. Birinci Türk Dil Kurultayı 26 Eylül 1932 tarihinde, Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu’nda; İkinci Türk Dil Kurultayı 18 Ağustos 1934’te, Medhal Salon’da; Üçüncü Dil Kurultayı ise 24-31 Ağustos 1936’da Saray’ın Medhal Salonu’nda toplanmıştır.
Bu konuyla bağlantılı olarak, Güneş-Dil Teorisi burada tartışılmış, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adı da Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir. II. Türk Tarih Kongresi 20–25 Eylül 1937 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda yapılmıştır.
Yabancı Konuklar
Dolmabahçe Sarayı’nı Cumhurbaşkanlığı makamı olarak değerlendiren Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni ziyaret eden yabancı devletlerin başkan ya da hükümdarlarını Çankaya Köşkü’nün yanı sıra Dolmabahçe Sarayı’nda da misafir etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ziyaret eden ilk yabancı devlet başkanı olan Afgan Kralı Emanullah Han ve beraberindeki heyet Dolmabahçe Sarayı’nda ağırlanmıştır (Mayıs 1928).
Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk tarafından ağırlanan diğer yabancı devlet adamları şunlardır:
- Japonya Veliahd Prensi Takamutsu (1931),
- Irak Kralı Faysal (1932),
- Fransa eski başbakanlarından Herriot (1932),
- Amerika Genelkurmay Başkanı Mac Arthur (1932),
- Yugoslavya Kralı Aleksandr (1932),
- Eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa (1933),
- Rusya Genelkurmay Başkanı Voroşilof (1933),
- Yunanistan eski Başbakanı Venizelos (1933),
- İran Şahı Rıza Pehlevi (1934),
- İngiltere Kralı VIII. Edward (1936),
- Ürdün Kralı Abdullah (1937),
- Romanya Kralı Karol (1938).
Son ziyaret
Mustafa Kemal Atatürk’ün son İstanbul ziyareti 27 Mayıs 1938 günü başlamış ve tam bu sıralarda da hastalığı şiddetlenmiştir. Atatürk, ziyaretinin ilk aylarında Savarona yatında kalmış ve çalışmalarını burada sürdürmüşken hastalığının ilerlemesi üzerine 24 Temmuz gece yarısı Dolmabahçe Sarayı’na geçmiştir.
5 Eylül 1938’de vasiyetnamesini yazdıran Atatürk, 10 Kasım 1938’de, saat 09:05’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etmiştir.
Atatürk’ün naaşı bir katafalka konularak 16-17-18 Kasım tarihlerinde Muayede Salonu‘nun kara tarafında ziyarete açık tutulmuş, Cenaze namazı ise 19 Kasım 1938 günü, Prof. Dr. Şerafettin Yaltkaya tarafından yine bu Salon’da kıldırılmıştır.
Sonra naaşı, top arabasıyla saraydan alınmış, Yavuz zırhlısıyla İzmit’e, oradan da tren yolculuğuyla Ankara Etnografya Müzesi’ne nakledilmiştir.
Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda kullandığı mekanlar
Dolmabahçe Sarayı Harem bölümündeki Mavi Salon ve Pembe Salon çevresindeki odalar, Hünkar Dairesi veya Hususi Daire olarak adlandırılır. Atatürk de Hususi Daire’de Mavi Salon ile Pembe Salon arasında yer alan 71 numaralı odada kalmış ve hayata da burada veda etmiştir. Hala bu odada bulunan dokuzu beş geçeyi gösteren saat, kendisine yakın arkadaşı Nuri Conker tarafından hediye edilmiştir.
Dönemin Moskova Büyükelçisi Zekai Apaydın tarafından hediye edilen Dört Mevsim isimli tablo ise Atatürk’ün en sevdiği tablo olarak bilinmektedir. Atatürk, çalışma odası olarak da yatak odasının hemen yanındaki 69 numaralı odayı kullanmıştır.
Salonun deniz tarafına bakan diğer köşesindeki yatak odası ise zaman zaman Atatürk’ün tarih danışmanlarından Prof. Dr. Afet İnan tarafından kullanılmıştır. Fikir ve danışma sofraları genellikle Mavi Salon’a, yaz aylarında ise sıklıkla Pembe Salon’daki balkona kurulmuştur.
Ayrıca Atatürk için 1937 yılının Haziran ayında Mavi Salon’un aydınlık mahallinde bir asansör yaptırılmıştır ki, bu asansör halen kullanılır durumdadır. Pembe Salon’un hemen yanında bulunan ve Son Halife Abdülmecid Efendi tarafından inşa ettirilmiş olan (1923) banyo, Atatürk tarafından da aynı amaçla kullanılmıştır. Banyonun girişinde yer alan camlı dolapta, Atatürk’ün tedavisi sürecinde kullanılan ilaçlar şimdi de sergilenmektedir.