Yeşilçam’da yetişen Ali Özgentürk, bugün ülkemizi hem filmleri hem de jüri üyeliği ile yurtdışında en çok temsil etmiş sanatçılarımızdan biri. 40 yıl sonra bile büyüsünü kaybetmemiş “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminin senaristi Özgentürk’ün 50 yıllık sanat hayatının bir kısmını ve sinema dünyası hakkındaki düşüncelerini kısa bir sohbetle öğrenmeye çalıştık.
Adana
Sinema ile ilgili söyleşimize başlamadan önce farklı konuda bir sorum olacak: Memleketiniz Adana. Hatta iki yıl önce Seyhan Belediyesi çok özel bir törenle sizin 50. sanat yılınızı kutladı. Bu Çukurova coğrafyasında ne var ki bu kadar çok aydın ve sanatçı çıkarıyor?
Ali Özgentürk: Çukurova’nın toplumsal yapısına bakılabilir: Türkiye’nin pamuk ihracatı Çukurova’dan yapılırdı ve birçok yerden buraya göç olurdu. Pamuk işçisi ya da sermaye sahibi çok insan geldi Adana’ya ve hepsi sürekli birbirleriyle iletişim halinde yaşadı. Herkes aynı kebapçıda yemek yerdi mesela; zengin hergün, fakir parası olduğunda. Çelişkilerin çok fazla görünür olması insanlarda bir değişme arzusu doğurdu haliyle.
Cadillac marka araba Türkiye’de ilk defa Adana’da satın alındı. İlk özel banka Akbank Adana’da kuruldu. Sonra tiyatro yapılabiliniyordu Adana’da. Menderes Hükümeti Muhsin Ertuğrul’dan birkaç şehirde tiyatro binası yapmasını istemişti. O tiyatro binalarından biri Adana’da yapıldı. 16 tane edebiyat dergisi çıkardı 60lı yıllarda. Yanlız bizim mahallede dört tane açık hava sineması vardı.
Böyle bir şehir Adana. Farklı kültürlerin birbirine karıştığı, hem kültürel hem ekonomik zenginliklerin olduğu özel bir altyapısı var. İnsanların kafasına yeni hedefler koydu, “o yaptıysa ben neden yapamayayım” ya da “burası benim yerim değil, değiştirmeliyim” dedirtti.
Peki sizin çocukluğunuz nasıl geçti Adana’da?
Ali Özgentürk: 5 yaşındayken babamın berber dükkanında çıraklık yapmaya başladım. Her kesimden insan; vali, toprak ağaları, pamuk işçileri, kebap dükkanlarının sahipleri ve garsonları babamda traş olurdu. CHP ile ilişkilerinden dolayı babamın insan ilişkileri iyiydi. Dükkanı oy deposu gibiydi.
Bizim dükkanın ortasındaki sehpada hep Akbaba Dergisi, Ulus ve Cumhuriyet gazeteleri olurdu. Hatta o gazeteler yüzünden ilkolula başlamadan okuma yazma öğrendim. Derslerim iyi olduğu için iyi bir ilkokula yazdırıldım. Aynı okulda zengin ama dersleri iyi olmayan bir öğrenci vardı. Bir Cadillac okul çıkışı ikimizi beraber alırdı. Bahçesinde arslan heykeli olan bir evde o arkadaşa ders çalıştırırdım. Sonra gene aynı araba beni yoksulların oturduğu mahallemize getirirdi.
9-10 yaşındayken “çocuk tiyatrosuna oyuncu aranıyor” diye bir ilan görmüştüm: Tom Sawyer’ın Maceraları oyunu için. Babamdan gizli sıraya girip başvurdum ve başrole seçildim. Seçenler arasında, hiç unutmuyorum, Cüneyt Gökçer kuşağından gelen Oğuz Bora, Şeref Gürsoy, Fikret Tartan vardı. Benden iki kuşak öncesinin tiyatro efsaneleri. 1960 yılında Adana’da tiyatro grubu kurdum ve yönettim. Köylere tiyatro götürüyorduk.
Sonra okumak için İstanbul’a geldim. Sosyoloji, felsefe, psikoloji okudum. Bizim 68 kuşağı merak ettiği için öğrenirdi, uzman olmak ya da para kazanmak için değil.
Yeşilçam
Yönetmenliğe tam olarak nasıl başladınız?
Ali Özgentürk: Zaten tiyatroda da yönetmendim. Tiyatroyu ilk kurduğum yıllarda Adana Erkek Lisesi’nin “Çağrılmadan Gelen” ve ayrıca Adana Kız Lisesi’nde müdürün arzusu üzerine Turgut Özakman’nın “Ocak” adlı oyununu yönettim. Erkek karakterleri kız öğreciler oynadı, çok tuhaf, komik bir şeydi. İstanbul’da da üniversitelilerin kurduğu örgütün gençlik tiyatrosunda da yönetmenlik yaptım. Daha sonra fakültelerin tiyatro gruplarından yetenekli oyuncuları toplayarak Türkiye’nin ilk sokak tiyatrosunu kurup yönettim ama aklım sinemadaydı. Lisedeyken Adana’da yerel gazeteye film eleştirileri yazardım.
İlkokuldayken dedemin yazlık sinemasına giderdim her gece. Bir keresinde sinemanın sandelyesinde uyuyakalmışım. Sabah sinemanın işçileri beni uyandırdı. Hiç unutmuyorum Liz Taylor ve James Dean’in bir filmiydi.
Zannediyorum 1965 kışıydı, üniversite öğrencileri olarak İstanbul’dan Ankara’ya 13 gün protesto yürüyüşü yaptık. Gece gündüz ağaç diplerinde yatarak eğitim şartlarını iyileşmesi için uyarıda bulunduk. Ben bu yürüyüşümüzü 8 mm.lik kamerayla filme çektim. İlk çektiğim film budur.
Bu film ve sonradan çektiğim bütün belgeselleri polisler evime yaptıkları baskınlarda alıp götürdüler. Şimdi kimbilir neredeler. 12 Mart askeri darbesinde sokak tiyatrosu
kapandı, bütün oyuncular hapse atıldı, ben Anadolu’ya kaçtım.
Sonra İstanbul’a dönüp kamerayı öğrenmek için kamera asistanlığına başladım. Böylece Yeşilçam’a girmiş oldum. Kamera asistanlığı yaparken, 1973’te üniversiteden mezun oldum. Bu yüzden bana diplamalı hamal diyorlardı. Sonra ilk konulu kısa filmimi yazıp çektim. Adı “Ferhat”. Yeni evliydim ve evdeki buzdolabını satmıştım film için. Bu film Moskova ve Polonya’da ödül aldı. Profesyonel hayatım böylece başlamış oldu.
Yeşilçam Sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ali Özgentürk: Çok iyi bir sinemaydı Yeşilçam, hikaye anlatmasını çok iyi bilirdi. Ben orada asistanlık ve senaristlik yaptım. Yılmaz Güney, Atıf Yımaz, Şerif Gören, Zeki Ökten ile çalıştım. Şerif Gören’nin yönettiği “Endişe” filminin senaryosu benimdir aslında. O sırada Yılmaz Abi hapiste olduğu için ticari nedenlerle “Senaryo:Yılmaz Güney” olarak yazılmıştır jeneriğe. Ölüp gideceğiz, artık bazı gerçekleri de söyleyelim.
Yeşilçam zamanında çok az evde televizyon vardı, yeni yeni başlamıştı etkisi. Herkes sinemaya gidiyordu film seyretmek için. 50’li yıllarda, nüfus 15-20 milyondu galiba, bir film 20 milyon bilet keserdi. Çoluk çocuk, yaşlı genç herkes seyrederdi her filmi. Tek eğlence sinemaydı. Filmler de bu kriterler gözetilerek yapılırdı; para yatırıyorsun sonuçta. Filmin sahibi aynı zamanda yapımcıdır ve haklı olarak yatırdığı parayı yeni filmler yapabilmek için kar ederek geri almak ister.
Yeşilçam filmlerini aşağılayamazsınız. Bugün bile televizyonda oynadığında en çok izlenen film haline geliyorlar. O dönemden sonra hikaye anlatmasını bilmeyen yüzlerce sinemacı çıktı. Kekekme bir sinema oldu Türk Sineması. Yeşilçam’dan sonra hikaye anlatabilen az sinemacı yetişti.
Kendinizi Yeşilçam sinemacısı olarak görüyor musunuz peki?
Ali Özgentürk: Tabii ki, beni Yeşilçam yetiştirdi. Başardım ya da başaramadım ama ben de onlar gibi hikaye anlatmaya çalıştım. Bu arada bunu yargılamak artık seyirciye kalmış birşey, asla eleştirmenlere değil. Eleştirmenler beni ilgilendirmiyor.
Sanat nedir?
Sanatın tanımını nasıl yaparsınız?
Ali Özgentürk: İnsanı, insan ilişkilerini ya da insanın kendini anlama konusundan tutun, gökyüzündeki değişimlere kadar Dünya’daki her şeye dair bize bir şey anlatan ya da hissettiren şey sanattır. Bu sadece güneşin batışı hakkında yaratılmış bir fotoğraf, bir mısra ya da bir dakikalık sinema filmi de olabilir.
John Cage idi sanırım, 60’lı yıllarda Amerikalı bir müzisyen 3000 kişilik bir salonda sahneye çıktı, piyanosunun başında uzun bir süre oturdu ve hiçbir tuşa dokunmadan sahneden indi. Bu bir sanat eseri olarak kabul görüp dünyaya yayıldı. Bu aynı zamanda çağdaş sanatın ilk ipuçlarından biriydi.
Sanat da artık böyle bir şey. Neden olmasın? Artık “sanat şudur” diye klişe bir tanım yapmak zor. Herkes yapabilir oldu sanatı. Kendini ifade etme yolunda herşey sanat olabiliyor artık, sınırlar kalktı.
Nasıl buluyorsunuz çağdaş sanatı?
Ali Özgentürk: Enstelasyon yani yerleştirme sanatı diye bir şey var şimdi. Bu bardağın üzerine bir kibrit koyuyor, altına “kalbim yanıyor” yazıyor, sonra 50 bin Dolar’a satıyor. Bu elitist bir sanat. Ben buna “sanat değildir” demek istemiyorum. Böyle bir ifade tarzı var ve bütün dünyada sonradan zenginler bunları satın alıp duruyorlar. Ben klasik bir adamım ama bunların sanat olduğu konusunda da itirazım yok. Bunların da alıcıları var.
Sinema sanatı
Sinema aracılığıyla insanlara vermek istediğiniz nedir?
Ali Özgentürk: Bir şey verme amacında değilim. Bir olay ya da bir insan beni etkiliyor, ben de bir hikaye kuruyorum. Sonra etkilendiğim bu hikayenin filmini yapmak istiyorum. Beni heyecanlandıran bir şeyi sinema yoluyla insanlarla paylaşmak istiyorum yani. Yazar olasam roman yazardım. İnsanlara ders, mesaj vereyim ya da toplumu değiştireyim gibi bir kaygım yok. Sinema yoluyla hikaye anlatmak istiyorum sadece.
Sinemaya “yedinci sanat” diyoruz. Peki her sinema filmi bir sanat eseri midir?
Ali Özgentürk: Bence bütün filmler sinema sanatının ürünüdür. Çünkü ister uzayda geçen bir bilim kurgu, ister Fellini fimi olsun, sinema sanatıyla yaratılmıştır. Kamera ile bir hikaye kuruyorsunuz. Tiyatro bir sanat da sinema neden olmasın?
Matin Scorsese’nin sinema diliyle anlattığı bir mafya hikayesi sanattır ama sinema deneysel de olabilir. Sabit bir kamerayı güneşin doğduğu yere yerleştirip bize sadece güneşin hareketini izlettiren şey de sinemadır. Beğenmezsen seyretmezsin, özgürlük bu.
Her film bir sanattır çünkü sinemanın dilini kullanılır. Bu dil Tarkowski’ninki gibi olabilir, dar bir kesime hitap eder. Ya da popüler bir filmdir, büyük gişe yapar. Bu konudaki elitist bakışlar dünyanın çarkını bozuyor bence.
Bu elitisler kendilerine zenginlerin aydını olarak yer buldular, onların beyni oldular. Onlar da zengin olunca dünyada büyük bir adaletsizlik başladı. Amerika da Avrupa da zor durumda. Çünkü Kapitalizm’in köleliğini yapıyor bu kesim.
Recep İvedik de bir sanat eseri midir mesela?
Ali Özgentürk: Bu bakışı ben çok elitist buluyorum. Recep İvedik’in her filmine 7-8 milyon insan gidiyor. Sosyolojik olarak konuşursak; bu durumda o filmde bir şey var demektir. Bir şeye gülüyor insanlar.
Bir sinema bileti 35 Lira, iki kişi git, yol parası, yanında kahve falan iç en azından 150 Lira tutar. Türkiye’de sinemaya orta ve zengin tabaka gidiyor, işçiler değil yani. Yaygın bir kanı var: “Cahil halk Recep İvedik seyreder.” Hayır; parası olan kesim, hakimler, doktorlar da bu filmleri seyrediyor. Kendilerine gülmeye gidiyorlar bu filmlere.
Recep İvedik, Türkiye’de sonradan zengin olanları anlatıyor. Bana Şarlo’yu hatırlatıyor biraz. Yoksullar tarafında kalıp sonradan görme cahil zenginlerle, ki bizde tonlarca var, alay eden filmler. Yani Recep İvedik de sinema sanatı yoluyla bir hikaye anlatan bir film.
Sanat toplumu değiştirebilir mi sizce?
Ali Özgentürk: Sanat toplumu uzun sürede değiştirir. Toplum büyük fikir kavgaları, sanatsal birikim ve mücadelerle değişir. Yani toplum fatura öder, o faturalarla iyi bir yerlere varırlar. Yoksa bizimki gibi yan gel yat toplumlar olduğu yerde kalır.
Menderes’ten beri hep aynı: baskı, yasaklama, insan ilişkilerinin içine kuşku koymak, insanı geliştirmek yerine geriye götürmek, keşif yapmak yerine cahilliği geliştirmek. Kısır döngü gibi. Bu ortamda binlerce film yapın, bir şey değişmez. Yoksa bir sürü iyi film yapılıyor ama toplum aynı. Hala hergün bir kadın öldürülüyor. 10 milyon işsiz var.
Kültür Bakanlığı
Türkiye’de sinema yapma şartları nasıl sizce?
Ali Özgentürk: Türkiye beni şaşırtıyor. Şartlar iyi ki heryıl 150 film yapılıyor. Antalya Film Festivali’ne 60 film başvurmuş, 10 film seçtiler. Seçilmeyenler hiç bir yerde oynamadı. Ekonomik kriz var deniyor ama genç yönetmenler eşten dosttan para bulup film çekiliyor. Seyircisi var mı yok mu bilmiyorum.
Kültür Bakanlığı az da olsa bir destek veriyor. Bakanlık 263 tiyatro gurubuna 6 milyon Dolar vermiş. Hesapladım tiyatro başına 20.000 tl düşüyor. Sinema filmi başına da 50.000 veriyordur herhalde. O parayla da içinde deniz, güneş, plaj olan filmler çekiliyor.
Kültür Bakanlığı Türk Sineması’nı yeteri kadar destekliyor mu sizce?
Ali Özgentürk: Kültür Bakanlığı aynı zamanda turizme bakıyor, tek derdi turist getirmek. Fransız, İtalyan sinemasına bakın. Kendi değerlerini anatan filmler çekerek anlattılar kültürlerini. Neden bizim eski filozoflarımızı, kaşiflerimizi anlatan filmler yapılmıyor? Eski kültür değerlerini anlatan filmler yerine denize turist çekmekten başka derdi olmayana filmler yapıyor. Halbuki turist kültüre gelir.
Şimdiki kültür bakanının kültürle ilgisi yok, sadece turizm bakanı. Zaten kendisi de turizimci. Geçen hafta 50 yıldır kazı yapan arkeologlara kazı yapmalarını yasakladı. Bir de alay eder gibi plaket verdi onlara. Kültüre büyük katkı yapıyor, kutluyorum kendisini.
Gelecek
Sinemanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ali Özgentürk: Artık hikaye sinemacılığı yapılmıyor. Teknolojik bilim kurgu filmleri yapıyor; uzayda geçen, yeni canavarlar yaratan. Çünkü istatistiklere göre bugünkü sinema seyircisinin ortalama yaşı 15-22 arası, ki bu nüfusun %80’i. Benim nesil artık sinemaya gitmiyor. Şimdi Netflix de sinemaya yatırım yapıyor, kendisinde de oynayacağı için popüler ve herkesin ilişki kurabileceği filmler yaptırıyor.
Önümüzdeki yıllarda da dar kesimin veya kalabalıkların seyrettiği filmler de başka başka olacak. Yeni ve farklı dilleri yani ifade tarzları olan olan sinemacılar çıktı. Yalın ve ya doğal yoldan anlatacağına başka yollarla anlatmayı tercih eden yönetmenler var artık, ki bu gayet normaldir. Hikaye anlatma ya da maddi kaygısı olmayan, “benim dilim böyle” diyen yönetmenler. Lars von Trier mesela. Bu bir zenginlik aslında.
Bir ara “internetten sonra gazete ve kitap ortadan kalkacak” deniyordu ama olmadı. Sinema da bence hiç yok olmayacak. İnsanlığın bu kadar fakirleşeceğini zannetmiyorum. Sinema kalabalıkla ve karanlıkta seyredilir yani sinema salonunda gerçekleşir, realize olur. Bir ayin gibi diğer insanlarla paylaşarak yaşanır film. Belki sonra insanlar evlerine küçük sinema solonunları kuracaklar.
Peki genel olarak dünyanın gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Ali Özgentürk: Sol genel anlamda mağduriyet edebiyatı yaptığı için gelişemedi. Sağ ise kuvveti temsil ediyor ve” benden olursan bu gücü paylaşırız” diyor. Menfaat için dini kullanırsan din düşmanısındır. Ahlak, namus, hümanizma açısından tüm dinlere soru işaretleri var. Kapitalizmin vardığı durum insanlık dışı. Paylaşılmıyor; küçük bir grup dünyanın kanını emiyor. Savaş çıkartıp, silah satıyorlar. Ne halt edeceksin bu kadar parayı? Gezegen batar bu şekilde
İngiltere AB’den ayrılalım, ayrılmayalım diye birbirine girmiş. Birleşmiş Milletler çöktü. Ama göreceksiniz önümüzdeki on yıllarda yeniden Sosyalizm konuşulacak. Yeni kuşaklar bu işlere direnecek. Bu böyle gitmez çünkü.
2020 yılında yapılacak olan Amerikan başkanlık seçimlerinde demokrat adaylar Bernie Sanders ve Elizabeth Warren sosyalist olduklarını geze geze anlatıyorlar. Ben de 15 yaşımdan bu yana sosyalistim. Sovyetler Birliği modeli değil elbette. Yeni, yepyeni sosyalist fikirler öneriliyor dünyaya. Gelecek on yıllar, sosyalizmin yılları olacak göreceksiniz.
Festivaller
Dünya’daki birçok film festivaline hem filmlerinizle hem de jüri üyesi olarak katıldınız. Nasıl bir ortam sinema festivalleri?
Ali Özgentürk: Evet, son 40-50 yıl içinde gitmediğim festival kalmadı. Festivallerin kendilerine has bir havası var ama artık festivaller de karakter dğiştiriyor. Mesela Cannes Film Festivali yarı popüler, yarı eleştirmen terazisi gibi düşünülebilir. Seyirci sinemasının ağır bastığı bir festival, eleştirmenler daha elit anlayışta. Cannes’da bu yıl en popüler, çok seyirci toplayacak bir Hollywood filmine büyük ödül verildi. Joker filminden bahsediyorum. Bütün Dünya sinemalarında şu an Joker oynuyor. Demek istediğim festivaller de elit kesimin ve eleştirmen mafyasının etkisinden çıkıyor.
Fesivallerde yaşadığınız ilginç olaylar var mı?
Ali Özgentürk: Venedik Film Festivali saray gibi bir binanın içinde harika büyük bir salonda yapılıyor. Ben “Bekçi” filmiyle yarışıyordum. Fakat makinist benim filmi tersten oynatmaya başladı. Otomatiğe bağlayıp gitmiş. 40 dakika sonra bir barda kafa çekerken buldular adamı. Ertesi gün Corriere della Sera gazetesi; “filmi tersten oynatıldığı için ödül alamadı” diye yazmışlardı hakkımda.
Darüşşafaka
Tüm eserlerinizi Darüşşafaka’ya bağışladığınızı okudum. Doğru mu?
Ali Özgentürk: Mülkünü onlara verdim. Miras değil. Tüm eserlerim artık Darüşşafaka’nın malı.
Neden Darüşşafaka?
Ali Özgentürk: Darüşşafaka yoksul çocuklar için devletten daha iyi çalışan bir kurum. Eğitim konusunda güçlü ve samimi işler yapıyor.
Bizim ailenin kökeni Afrikalı Berberi pamuk işçileridir. Babam ilkokula bile gitmemiş ama en büyük tutkusu çocuklarını okutmaktı. Bir sürü iş yaptı bizi okutmak için. Babam o bölgede ilk defa kızlarını okula gönderen kişidir, kızlar okumazdı bizim orada. Evimizin şehir dışındaydı ve 13-14 tane çocuk yaptı annem babam. O şartlarda kızkardeşlerimi okula gönderdi.
Babam 1915 doğumlu, orduda Aliler Okulu’nda okuma yazma öğreniyor askerlikte. Berberliği de orda öğreniyor. Eskiden Türk Ordusu meslek de öğretirdi. “At” filminde biraz babamın karakterini işledim aslında. 1982’de Darüşşafaka Aksaray’daydı. Filmin bir bölümünü orda çektim. Adam çocuğunu okutmak için bilerek pazar mafyasına öldürttü kendini. Çünkü Darüşşafaka’nın sadece babasız çocukları okuttuğunu öğrenmişti.
Bugün değerler değişti bayağı…
Ali Özgentürk: 1923 öncesi okuma yazma oranı neredeyse sıfırdı. Cumhuriyet sonrası okuma yazma meslek sahibi olmaktan daha büyük bir değere dönüşüyor. Cumhuriyet sonrası 1950-60’lara kadar Türkiye’deki klasik eğitimin çok iyi olduğu söylenir.
Güncel planlar
Sinemadaki hayallerinizi gerçekleştirdiniz mi?
Ali Özgentürk: Hayır, hepsini değil. Kullanmadığım 70’ten fazla film hikayesi, bir sürü ekilmemiş senaryom var. Ama artık çekemeyeceğimi düşünüyorum çünkü ben kendi yapımcılığımı kaybettim. Diğer yapımcılar da hikaye sinemacılığına pek rağbet göstermiyorlar maddi açıdan. Tüm bunları kitap olarak yazmak istiyorum. Bir sinemacı Darüşşafaka’dan satın alır, film yapar belki.
Son günlerde bir sloganım var benim: “Film çeken yönetmen çekilmez, çekilmez yönetmenin filmi çekilmez”. Bu noktaya vardım artık, içim rahat. Güzel çekilmiş filmler gördüğüm zaman ben kendim çekmişim gibi seviniyorum. “Başka çekmeye gerek yok” diyorum.
Halihazırda ne planlarınız var?
Ali Özgentürk: Geçen yıl Toronto’da juri üyeliği yapmak için bir ay kaldım. İlginç bir şehir Toronto, beni çok etkiledi. Ordan esinlenerek Paris’te geçen bir senaryo yazdım, sonra Berlin ve başka yerlerde devam ediyor. Türkiye ile alakası yok hikayenin. Gezegenimizi anlattım. Ben hep öyle hayal ediyorum zaten;bir gezegende yaşıyorum. Türkiye diye bakarsam intihar etmem lazım.
Bu hikayemi oradaki bir yapımcı çok beğendi. Kesin değil ama, Amerikalı bir yapımcıyla ortak film yapmaya çalışıyor. Amerikan oyuncular olunca daha evrensel olur diye düşünmüş. 2020 yaz aylarında büyük bir bütçe ile çekileceği söyleniyor. Ama sinemada kesinlik yoktur. Son anda bir değişiklik olabilir.
Nasıl bir hikaye bu?
Ali Özgentürk: Kara mizah. İnsanlar birbirleriyle iletişim kuramıyor. İletişim imkanlarının en yüksek olduğu bir dönemdeyiz ama kimse kimseyi anlamıyor. Bunun mizahını yapan bir hikaye.
“Gizli Defterlerim” isimli bir kitabınız çıktı. Nasıl hazırlandı bu kitap?
Ali Özgentürk: Bu notlar aslında yüzlerce sayfaydı. Önce kendim azalttım. İnsanların aleyhinde ya da özel hayatlarla ilgili olanları attım. Biyografi olarak düşünmedim. Kelimelerle düşünmek hoşuma gidiyor. Duygusal yerden çıkartıp kelimelere dökmeyi seviyorum.Aniden kafamda bir cümle oluşuyor ya da bir slogan geliyor aklıma, hemen bir deftere yazıyorum. bunları derledim.
Üniversite’de ders verdiğinizi biliyorum. Hangi konuda?
Ali Özgentürk: Hayır, ders vermiyorum, söyleşiler yapıyorum. Hayal koçluğu diyorum ben buna.
Neler anlatıyorsunuz?
Ali Özgentürk: Gençleri tarla gibi görüyorum ben, hayal ekiyorum kafalarına. Doğaçlama konuşuyorum. Sinema ile ilgili değil, genel. Sinemanın üniversitelerde öğretilmesini doğru bulmuyorum.
Aslında tek öğrencili oyunculuk, senaryo, yönetmenlik dersleri vermek istiyorum. Bir öğrenciyle beraber senaryo oluşturmak, teke tek oyunculuk çalışmak gibi. Bunu hazırlıklarını yapıyorum şu an.
Neden sinemanın üniversitede öğrenilmesine karşısınız?
Ali Özgentürk: Bana bir özel üniversitede sinema dersi vermem için teklif gelmişti. “Sinemadan anlamam” dedim. Ayrıca yılda 75 Bin Lira alarak sinemacı yetişdiklerini sanmalarının ayıp olduğunu söyledim. Mahkemeye versen mahkum olurlar.
Kimse sinema yapmayı okulda öğrenmez. Sinemacı o ateşi taşıyorsa ne yapar yapar o sete girer sinemacı olur. Kuyumcunun okulu olur mu? Çırak olarak girersin, usta olursun. Sinema ancak sette öğrenilir.
Bugün Kars’ta bile sinema okulu var. Başka ülkelerde bu kadar sinema okulu yok. “İyi bitirdin o okulu bari git sette çalış” desen, “yok ben okul bitirdim, yönetmen olacağım” diyor çocuk. Sinema okulu mezunlarının çoğu işsiz. Sinema ile ilgili fakülteler bir takım eleştirmen yetiştiren okullar gibi bence. Hep teori. İngilizce’den çevirme sinema tarihi anlatılıyor.
Avrupa’da var bir kaç tane direkt pratik öğreten okul. Ekol olmuş onlar zaten. Orda sinemaya dokunabiliyorsunuz. İlk günden montaj masasına oturuyorsunuz, sinemayı bizzat film çekilerek öğreniyorsunuz. Bizde Sami Şekeroğlu’nun kurduğu sinema fakültesi biraz böyle. Yeşilçam’ın yönetmenleri orada eğitmenlik yapıyor.
Hayat birikimi
Az kişiye nasip olacak bir hayat yaşamışsınız. Passolini, Bertollici, Fidel Castro, Lars von Trier, Kemal Sunal, Yaşar Kemal…..Yerli yabancı birçok tanınmış ve önemli kişilerle tanışmış, arkadaşlık kurmuşsunuz. Nasıl bir hayat birikimidir bu?
Ali Özgentürk: Lars von Trier’i görmeye gitmedim. Ortak bir arkadaşımız vardı. Rastgeldi beraber yemek yedik ama o sıra sağlıklı değildi, fazla konuşmadık. Festivaller sırasında birçok ünlü sinemacıyla tanışırsınız.
Ya da Türkiye’de bir sanat, edebiyat ortamında rahmetli Yaşar Kemal ile dostluk kurarsınız. Sonra o kızar size, aranız bozulur, sizi affetmez falan. Bilemiyorum. Kendinden söz etmek ayıptır kuşağıyız biz. Bize öyle öğretildi.
Evet, çok güzel insanlarla arkadaşlık yaptım ama benim sinemadaki tüm arkadaşlarım vefat etti. Bu beni çok etkiledi. Bir sürü arkadaşım benden önce öldü. Biraz kızgınım onlara.
Sizi nasıl etkiledi bu insanlarla olan ilişkileriniz?
Ali Özgentürk: Arkadaşlıkta kimse kimseye büyüklük hissettirmez. İki taksi şöförü gibisinizdir. Arkadaşlığın bir mizahı, duygusal bir tarafı vardır; paylaşma, dayanışma, ortak hatırayı elde etme…
Kadın erkek ilişkisinden daha çok iz bırakıyor bu arkadaşlıklar. Evlilikte mesela, içerik boşalıyor sanki. Bence kadın ve erkek evlensin ama ayrı yaşasınlar. Yalnızlık da gerek insana. Ben bir kaç yıldır burda yanlız yaşıyorum, şimdi daha çok kendim oldum. Kitaplarım, defterlerim ve büyük bir özgürlük. Küçük kızıma sorumluluğum var sadece. O’nu da hergün görüyorum. 3-5 arkadaşım var, onlarla buluşuyorum arada.
Peki yaşamınız boyunca tanıdıklarınızdan “iyi ki hayatıma girmiş” dediğiniz kimler?
Ali Özgentürk: Hepsi. Kendiliğindenlik diye birşey vardır. Hayatın kurmaca değil de doğal akışında yaşamak. “A bu beni çok etkiledi” demezsiniz, farkında olmadan etkileşirsiniz. Hayat doğal olarak akıyor, etkilendiğinizi sonradan farkediyorsunuz. Bir keresinde polis benim tırnağımı çekmişti. O polis bile iyi ki hayatıma girmiş diyorum. Tüm yaşadıklarımı iyi ki yaşamışım.
1,5 yıl Davutpaşa hapishanesinde kaldım. Gayrettepe karakoluna düştüm. Hücre o kadar küçüktü ki, 6-7 kişiyiz, yerde sırayla uyuyabiliyorduk. Polis arada demir sürgüyü açıp söverdi bize. 5 liralık zeytini 500 liraya alırdık. O zeytinin tadını unutamam. Bunları şikayet etmek ya da mağdur edebiyatı yapmak için söylemiyorum. Bu da hayatın bir anı, beni ben yapan anlardan biri.