Tebrikler Sevgili Milliler! Daha büyük zaferler sizlerin, daha büyük mutluluklar bizlerin olsun… Türk futbolu, yeni bir kuşak ile yeni bir zafer kazandı. Bu zafer, ne zaman müjdelenmişti?
Ulusal Takımımız büyük bir başarıya imza attı. Şenol Güneş’in öğrencileri Avrupa Kupası’na doğrudan katılmayı başararak hepimizi sevince boğdu. Bugüne nasıl geldiğimizi sorsak, şüphesiz ki herbirimiz konuya farklı bir maçtan girecek, farklı bir yıldan başlayacak. Millilerimizi sevinç içinde birbirlerine sarılıp zıplarken gördüğümde belleğim beni çocukluk yıllarıma götürdü. Gözlerim yaşardı, sevinçten ağladım. Yüreğim geçmişe özlem ve tebessümle doldu.
Bence her şey 1987’de başladı.
Çocukluğumun geçtiği yıllar 80’lerdi. Doğup büyüdüğüm yer Bağdat Caddesi’ydi. Mahalle arkadaşlığı denilen zevki tadan son şanslı kuşak bizdik. Futbol aşkım 1981 yılında başlamıştı, henüz altı yaşındayken…
O zamanlar Fenerbahçeli sayısı ciddi bir üstünlüğe sahipti. Mahallemizde ve ilkokulumuzda Galatasaraylı ve Beşiktaşlı sayısının toplamı Fenerbahçelilerin yarısı kadar bile değildi. Galatasaraylılar ile Beşiktaşlılar ‘kardeş takım’ söylemiyle tek bir takımda biraraya gelir, Fenerbahçelilere karşı oynardı.
Ulusal Takımın ne anlama geldiğini henüz ufak bir çocukken babam öğretmişti.
Takım taraftarlığı söz konusu olduğunda yüzlerimizde tebessüm çiçekleri açtıran bu tatlı rekabet, ulusal maç söz konusu olduğunda çelik gibi sağlam bir dayanışmaya dönüşürdü. Ufaktık, çocuktuk ama ulusal maçın ne anlama geldiğini iyi bilirdik. İlk seyrettiğim maç Türkiye – Arnavutluk maçıydı. Yıl 1982, İzmir Atatürk Stadyumu… Ezdik, çok gol kaçırdık ama Arif’in son dakikalarda attığı gol ile 1-0 yendik. Bu yengi benim ve arkdaşlarımın içine öyle bir sevinç katmıştı ki oynadığımız tüm ulusal maçları kazanacağız, sanıyorduk.
İlerleyen yıllarda dünya futbolundaki güç dengelerini daha iyi kavradık. Özellikle Macaristan, İngiltere, Almanya gibi takımlara karşı yaşadığımız hezimetleri görünce… Ne yazık ki, ulusal maçlar bizim için kabus gibi geçiyordu. Babalarımızdan Lefter, Yusuf, Metin gibi büyük oyuncuların devlere attığı golleri dinler, avunurduk. Zamanla düş kırıklığına uğramaya alıştık. Her zaman yenilen tarafta olur, üzülürdük. Bu duyguyu o günleri yaşayanlar çok iyi bilirler.
Jupp Derwall’in 1984 yılında Galatasaray’a gelişi Türk futbolunun kaderini değiştirdi.
1983 yılında iktidara gelen Başbakanımız Turgut Özal, uluslararası sportif başarıların halk üzerinde ne kadar büyük bir itici güç oluşturduğunun farkındaydı. Göreve gelir gelmez altyapı ve tesisleşmeyi iyileştirici yatırımlara yöneldi. O dönemde Galatasaray’ın teknik direktörlüğünü yapan ünlü futbol adamı Jupp Derwall’e danışmanlık görevi verilirken, Galatasaray’da Alman Hoca’nın yardımcılığını yapmakta olan, Altay’ın simgesi unutulmaz futbolcu Büyük Mustafa (Mustafa Denizli) ulusal takımımızın teknik direktörlüğüne getirildi.
Mustafa Denizli 1987 yılının başında göreve geldi, Romanya ve Doğu Almanya’ya karşı oynadığımız iki özel maç ile farkını hissettirmeye başladı. Futbolcularımızın sahadaki duruşu değişmişti sanki. Kolektif oyun çok daha iyiydi, oyuncuların özgüveni artmıştı. Savunma ve hücumda kolay hareket edebiliyorduk. 29.04.1987 tarihinde, İzmir’de, İngiltere’ye karşı oynadığımız ve 0-0 beraberlik ile biten maçta bambaşka bir oyun sergilemiştik. Dünyaca ünlü yıldızlardan kurulu İngiltere Ulusal Takımı’nı sahasına hapsettik, yerden yere vurduk. Yıldızlar topluluğu olarak bilinen İngilizler elimizden zor kurtuldu.
Ortaokul yıllarıma denk gelen İngiltere maçı benim kuşağım adına bir dönüm noktasıdır. Haysiyetli yenilgileri kader kabul eden anlamsız mantığı o maç ile aştığımıza inanıyorum. Mustafa Hoca teknik direktörlük yeteneğine ilişkin çarpıcı işaretler vermesinin yanı sıra uyuyan devi uyandırmış, Türk futbolunun elinde ne kadar yetenekli bir kuşak olduğunu da futbol dünyamıza göstermişti. 1988 yılının başında bayrağı Tınaz Tırpan’a devretti.
Tınaz Tırpan’ın elinde sihirli bir değnek yoktu ama bir dokunuş eski günleri unutturmaya yetti.
İtalya 90 eleme maçları Tınaz Hoca’nın liderliğinde oynandı. İki yıl boyunca Türkiye’ye harika bir dönem yaşadık. Tırpan, Türk futbolunun çok özel bir kuşak yakaladığını farketmiş olsa gerek, son derece özgüvenli taktiklerle sahaya sürerdi takımı. Yunanistan’a karşı oynadığımız özel maçlar, İzlanda, Avusturya ve Doğu Almanya’ya karşı oynadığımız eleme maçları benim kuşağım için çocukluğumuzun en güzel günleriydi belki…
Son eleme maçına kadar inanç ve kararlılıkla mücadele etmemize karşın deplasmanda Sovyetler Birliği’ne yenilerek İtalya 90’a katılma fırsatını kılpayı kaçırmıştık ama hepimiz mutlu ve gururluyduk. Engin, Fatih, Recep, Gökhan, Semih, Cüneyt, Uğur, Oğuz, Ünal, Tanju, Rıdvan, Metin, Ali, Feyyaz, Hasan, Yücedağ, Erdal ve diğerleri… Bizlere çok güzel anılar armağan ettiler. Türk futbolu büyük bir atılım yapmıştı.
Sepp Piontek’in yetiştirdiği kuşak Türk futboluna altın bir çağ armağan etti.
1990 yılında, İtalya 90 eleme maçlarının sona ermesinin hemen ardından Alman teknik direktör Sepp Piontek göreve getirildi. Piontek’in 80’li yıllarda Danimarka Milli Takımı ile kazandığı başarılar dillere destan olmuştu. Alman Hoca, futbolumuzda altın bir sayfa açtı. Bundan sonraki dönem ile ilgili duygularımızı başka bir zaman, başka bir yazıda paylaşalım. 1987’nin üzerinden 32 yıl geçti, zaferlere alıştık… Daha büyük mutlulukları hakediyoruz. Tebrikler milliler! Tebrikler Şenol Hoca!