Fazla yorulmadan ve ne olduğunu çok da anlamadan kendimi diğerlerinin arasında bulmuştum. Kendime hayatın anlamı üzerine sorular sormama henüz vakit vardı, ne var ki kayıtlara geçmiştim. Zamanın saati çoktan işlemeye başlamıştı…
Anlamlı bir hayat üzerine denemeler…
Kimine göre hiç bitmek bilmeyen, kimine göre göz açıp kapatıncaya kadar geçen o yolun başındaydım. 70’li yıllar. Güzel bir ailenin ilk çocuğu oldum. Şanslıydım. Sosyal bir varlık olduğumu, sokakta çamurla oynarken keşfettim.
Okuma yazma öğrenmek için okula gitmem gerektiğini söylediler. Zorunluluklarla tanıştım. İlkokuldayken aşık oldum! Göğsümde taşıdığım kalbin başka bir işe yaradığını fark ettim. Oyunlarımıza bombalar düşerken, çok da farkında olmadan kendimi korumayı öğrendim. Ankara’nın kara ve beyaza teslim olduğu kışlar.
Bahçede kardan adam yaparken küçücük mutlulukların paha biçilmez olduğunu deneyimledim. İlk defa bisiklete bindiğim gün unutulmazdı benim için. Saçlarımı savurarak, içime dolan o güven duygusuyla kendimi dünyayı fethetmiş gibi hissettim.
Çocukluktan kalma bir alışkanlık, gönlümün bir yanı “çiçek dürbünüyle” bakar hayata. “Kaleydoskop” kelimesi Yunanca kökenli bir sözcük. Kalos (güzel), eidios (biçim) ve scopos (izlemek) anlamına geliyor. Kaleydoskop yani “Çiçek Dürbünü” deyince aklıma hemen çocukluk yılları gelir. Baktığında ışığın yansımasıyla sürekli renk değiştiren şekiller ve renkler, beni kaygısız bir çocuğun, içinde sevecenlikle ve heyecanla koştuğu bir hayal bahçesine salar.
Hayatın bizi fazla ürkütmediği, adeta zorlu bir kitabın giriş bölümü gibi kendiliğinden akan yıllar. Tüy gibi hafif. Zamanın arkadan nazikçe üflediği, rüzgarıyla bizim onun önünde coşkuyla nereye savrulduğumuzu çok da önemsemediğimiz zamanlar. Çocukluk ve ilk gençlik yılları, kendin olmanın prova zamanları gibi ama asla azımsanmayacak kırılma noktalarının tohumlarının ekildiği eşsiz zamanlar.
Bir gün okuldan eve geldiğimde, otoriter bir yapıya sahip olan babamın elinde şiirlerimin yazılı olduğu defterimi gördüm. Henüz 14 yaşındaydım. Defterde yazılı olanları düşününce, kalbim küt küt atmaya başladı. Tepkisinin ne olacağını tahmin bile edemiyordum. Yüzüm heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Babam yüzüme baktı. Okuma gözlüğünü indirirken, hayatım boyunca unutamayacağım şu cümleyi söyledi: “Sakın yazmaktan vazgeçme.” O günden sonra daha bir istekle ve cesaretle yazdım.
Sonra herkesi içine alan o sarmalın bir parçası olmak için gösterilen çaba. Üniversite, başarılar, kayıplar, iş… Doğru seçimler, yanlış seçimler, birey olarak var olma mücadelesi… Ardından yeni bir aşama. Evlilik, aile olmak, anne olmak.
Her insana, kendi özgün hikayesinin kahramanı olarak varoluşunu gerçekleştirme şansına sahip olmalıdır. Hayat, koşullar ve ödevlerle her gün en baştan sınarken, anlamlı ve mutlu bir hayat yaşamak için çaba sarf etmek bize düşen kısım. Dürüst olmak gerekirse çoğumuz her şey yolunda giderken ya da hayat karşımıza beklenmedik zorlu bir sınav çıkarmadıkça; “Anlamlı bir yaşam nedir?” sorusuna fazla kafa yormuyoruz.
Yenilgiye uğradığımız zamanlarda isyan etsek de, rüzgarı tekrar arkamızda hissettiğimizde kaldığımız yerden devam ediyoruz. Anlam arayışı ve mutluluk kavramının, dünyada yaşayan insan sayısı kadar farklı bir karşılığı vardır. Hepimiz öğrenme kalıplarımız ve alışkanlıklarımızla, bu kavramlara anlamlar yüklüyoruz.
Kendimizin mutluluk referans noktalarını oluşturuyoruz. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımız ya da neyi değerli bulup neyi es geçtiğimiz bizi anlatıyor. Bu her ne kadar bireysel bir yolculuk olsa da, büyük insanlık ailesinin eşsiz bir parçası olarak, zihinsel ve ruhsal gelişimimizden biz sorumluyuz.
En çok şuna kafam takılır: “Yaşam deneyimlerim ve farkındalıklarım, kendi varoluş amacıma hizmet ediyor mu yoksa zamanın önünde edilgence savruluyor muyum?”
Ömür dediğin şey, o yolcu beraberinde taşınan küçük bir bavuldan ibaret sanki. Elimdeki bavulla yıllar içinde ilerlerken, o küçük bavulun içine ne kadar çok şeyi sığdırabildiğine hayret ettim. Beni ben yapan yaşanmışlıklar, hiç yaşamasaydım dediğim acılar, cesur adımlar, bitti dediğim yerde yeniden başlamak. Bazen ağır geliyordu bavul, dile kolay benim bile unuttuğum ne kadar çok deneyim, his ve anı varsa hepsi onun içindeydi. Yorulduğum zamanlar oldu, ileriye gitmek istemediğim ve gücümün tükendiğini düşündüğüm zamanlar.
Oysa her şey insana ve hayata dair. Durmayı, nefes almayı ve kendi sessizliğimden güçlenerek çıkmayı öğrenmem de zaman aldı. Sen yürümeyi öğrendikçe, yol da güzelleşiyor yolculuk da yoldaşların da! Yürüdükçe güçleniyorsun. Sonra geriye dönüp baktığında, sana ağır gelen o bavulun aslında en büyük hazinen olduğunu anlıyorsun.