Graham Bell, 1876’da telefonu icat ettiğini duyurduğunda bilim ve iş dünyası çok heyecanlanmış, insan uygarlığının gelişimi doğrultusunda alev alev yanan kor bir ateş yakıldığının farkına varmıştı. Ünlü mucit ilk hattı sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo’nun evine çekti ve adının baş harflerini birleştirip ALO diye seslenerek zaferinin tadını çıkardı.
İletişim denince aklıma ilk gelen aygıt, telefon… Neden diye soruyorum kendime. İletişim için kullandığım birçok araç varken elimin altında, neden başka bir aygıt değil de telefon…
Temelden başlamakta, yani öncelikle ansiklopedik tanımına bakmamızda yarar var. Telefon, Vikipedi’de ‘birbirinden uzak yerlerde bulunan kişiler ve düzenekler arasında bilgi alışverişini sağlayan elektrikli ses alıp verme aygıtı’ olarak tanımlanıyor.
Ad, Yunancadaki telos (uzak) ile phone (ses) sözcüklerinin birleşimiyle oluşturulmuş. Birbirini duyamayacak kadar uzakta olan insanların haberleşmelerini sağlama, birbirlerini duyamadıkları için yaşadıkları sorunları sona erdirme, iletişimi geliştirme veya insan yaşamını kolaylaştırma gibi dürtülerle yola çıkılmış olsa gerek.
Alexander Graham Bell, 1876 yılında telefonu icat ettiğini duyurduğunda bilim ve iş dünyası çok heyecanlanmış, insan uygarlığının gelişimi doğrultusunda alev alev yanan kor bir ateş yakıldığının farkına varmıştı. Bu sesli mucize, uzun yıllar boyunca, insanoğlunun cansız dostları arasında çok seçkin bir yere sahip oldu. Ünlü mucit ise ilk hattı sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo’nun evine çekti ve adının baş harflerini birleştirip ALO diye seslenerek zaferinin tadını çıkardı.
Alo denilen güne gelene kadar insanoğlu nasıl haberleşmişti?
Yazılı tarih öncesine dek geriye sarıyorum zamanı… On binlerce yıl önce insanoğlu birbirinden uzaktayken tamtamlar aracılığıyla iletişim kuruyordu. Evet, biri bugünkü vurmalı çalgıları andıran, tamtam dediğimiz cisme elleriyle vurup ses üretir, diğeri o sesleri dinleyip anlam verir, aynı yöntem ile yanıtını gönderirdi.
Bin yıllar sonra ateşi bulan insan, uzaktan uzağa duman aracılığıyla iletişim kurmaya başladı. Sözgelimi, Çin Seddi’nde emirler bir kuleden ötekine duman aracılığıyla aktarılırdı. Üstelik bu yöntemle 750 kilometre uzaklığa dek ulaşılabilindiği söyleniyor.
M.Ö. 3200 yıllarından itibaren yaygın olarak kullanılan başka bir yöntem de ulaklardı. Ulak at sırtında gidip gelir, sözlü veya yazılı olarak haberi sahibine iletirdi. Güvenli ve etkin bir yöntemdi. Örneğin, Robert Marshall, ‘Doğudan Yükselen Güç Moğollar’ kitabında, Cengiz Han döneminde ulakların etkin kullanımını Moğollar’ın dünyaya egemen olmalarını sağlayan nedenlerden biri olarak belirtmekte.
Güvercinler
Öte yandan M.Ö. 1200’lü yıllarda, Mısırlılar çok özgün bir yöntem buldular ve uzun mesafeleri özel eğitilmiş güvencinlerin kanatlarıyla kısaltmayı başardılar. Güvercinlerin ayaklarına bağlanan veya gagasına konulan kağıtlar aracılığıyla diyardan diyara haberler uçurdular. Bu yöntem birçok uygarlık tarafından uzun yıllar boyunca kullanılmış aslında.
Örneğin, Selçuklular’ın Birinci Haçlı Seferi sırasında, Selahaddin Eyyubi’nin de Akka Kuşatması boyunca ‘Bağdadi güvercinleri’ denen özel yetiştirilmiş kuşlar aracılığıyla haberleştikleri bilinmekte.
Telgrafın icadı
Örnekler çoğaltılabilir ama konuyu dağıtmadan 18. yüzyıla atlamamızda fayda var. Telefonun buluşunu müjdeleyen güneş 1792 yılında, Fransız Claude Chappe‘nin ellerinden doğdu. Telgraf, o güne dek kullanılan tüm yöntemlerin pabucunu dama atan, iletişimde çağ açan bir buluştu. İlk defa elektrik hatları aracılığıyla haberleşiyordu insanoğlu… 43 yıl sonra Samuel Morse tarafından elektromıknatıs ile donatılan aygıt, maniple adlı elektrik hatlarını açıp kapayan anahtarıyla ulaştırıyordu iletileri.
Telefonun öncesi, böyle bir öykü işte… Derinden düşünmeye başlayınca, huyumdur, aklım hemen çocukluğuma gider, gözümün önünde çocuk halim canlanır. İşte, gözümün önünde duruyorum yine. Sevgili altı yaşındaki ben… Evimizdeki ilk telefonumuza bakıyorum şu anda. Çocukluğum, Bell’in icadının yaklaşık yüz yıl sonrasına denk gelir. Her aygıt gibi, telefon da icat edilmesinden sonra görünüm, işlev ve yarar ekseninde sürekli olarak gelişim yaşamış tabi.
Alexander Graham Bell’in adına radyafon koyduğu ilk aygıt, iki insan eli genişliğinde, dikdörtgen ve yatay bir tabana oturtulmuştu. Bugünkü megafonu andıran bir görünüme sahipti. İlerleyen yıllarda teknolojinin de katkısıyla yeni tasarımlar sunulmuş. Bunların arasında en tutulanı şamdan telefon denilen tasarım olsa gerek. Bu tasarımda konuşmayı karşı tarafa ileten parça gövdeye takılmışken karşı tarafın sesini duymayı sağlayan parça gövdeye kordonla bağlıydı.
Klasik çevirmeli telefon
Neyse uzatmaya gerek yok, çocukken evimizde kullandığımız aygıt her ikisinden de farklıydı. Teknolojik açıdan daha gelişmiş olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Konuşma ve duyma, bana adının ahize olduğu söylenen uzun ve iki başlı parça aracılığıyla gerçekleştirilirdi.
Ahize gövdeye kordonla bağlıydı, gövdenin üzerine konurdu. Başlardan biri konuşma, diğeri duymayı sağlardı. Telefonumuz uçuk yeşil renkliydi. En çok sevdiğim yanı aygıtın ortasındaki, dönen, gerdanlığı andıran delikli yuvarlaktı. Ahizeyi tutup kaldırınca hat almayı sağlayan düğmeler serbest kalır, böylece hat konuşmaya açılırdı.
İşte benim hoşuma giden kısım o an başlardı. Ahizeyi kaldırıp kulağıma koyar, hattın açıldığını belli eden aralıksız sesi duyunca ‘numarayı çevirmek’ denilen işlemi yapmaya başlardım. Başka bir deyişle, parmağımı birer birer numara deliklerine sokup yuvarlağı çevirir, yuvarlağın her dönüşünde kulağıma dayalı olan ahize aracılığıyla çevirme sesini dinlerdim.
Zaman zaman şaşıyorum kendime; bu kadar basit bir şey neden bu kadar zevkliydi acaba? Çocukluk işte… Yaşım büyüyüp ortaokula geçtiğim sıralarda çevirmeli telefonların yerine tuşlu telefonlar gelmiş, çevirme sesi yerini tuş sesine bırakmıştı. Yoksul veya varsıl olsun, herkesin evinde bir telefon vardı artık. O sıralarda sesli iletileri ve arayan numaraları kaydeden telefonlar da çıktı piyasaya. Bunlar evlerde ve daha çok işyerlerinde kullanılmaya başlandı.
Telefon etmek isteyenler en yakın PTT binasına giderdi
Şimdi, eskilerde kalmış bir olaya daha değineceğim. Herkesin evinde telefon olmadığı çocukluğuma denk gelen yıllarda, telefon etmek isteyenler sokaklardaki telefon kulübelerine veya en yakındaki PTT binasına giderlerdi. O zamanlar kamuya açık aygıtlar jeton denilen madeni para benzeri bir nesneyle çalışırdı, boyutları ev telefonlarından daha büyüktü, duvara asılırlardı.
Zamanla jetonla çalışanların yanına telefon kartıyla çalışanlar da eklendi. Umumi telefon denirdi bu veli nimete. Her eve telefon girmesi bunların önemini azaltmadı. Ortaokula geçtiğimde yaşım gereği, artık ailemden ayrı, dışarıda arkadaşlarım ile zaman geçirmeye başlamıştım. Dolayısıyla, umumi telefonlar benim de temel gereksinimlerim arasına girdi.
Telefon kulübesi denilen iki metre boylarında, yetişkin insan bedeni genişliğinde, ana gövdesi metal, cam veya saydam plastikten büyük pencereleri olan ufak yerlerin içinde bulunurlardı. Duraklar veya meydanlar gibi işlek bölgelerde yan yana birçok telefon kulübesi vardı. Haftasonları önlerinde oluşan uzun kuyruklar o günlerin alışılagelmiş manzaraları arasındadır. Dışarıdayken dünyayla bağlantılı kalmanızı sağlardı bu kulübeler.
Sözgelişi, dışarı dolaşmaya çıktım, canım sinemaya gitmek istedi ama yalnız başına sinema salonunda ne yapacağım ki? Hemen en yakın telefon kulübesine gider, evi yakında olan bir arkadaşımı arar ve beraber sinemaya gitmeye davet ederdim. Bu eğlenceli bir örnek tabii. Bir de cüzdanını yan kesiciye kaptıran var. Fark ettiği an koşa koşa sıraya girer, sıradaki insanlara durumu anlatır. Herkes elindeki telefon kartını uzatırdı, kenara çekilip en ön sırada yer açarlardı hemen. Telefon kulübeleri sosyalleştiğimiz yerlerdi. Tanışmayan insanların sohbet ettiği, en canlı maç muhabbetlerinin kaynatıldığı, paylaşımcılığın en yoğun yaşandığı yerlerdi.
Umumi telefonun güzelliklerinden söz açmışken; o yıllarda pek gözde olan telefon kartı koleksiyonlarından söz etmesem olmaz. Telefon kartı kartvizit boyutunda, bir yüzü siyah diğer yüzü resimli olurdu. Kıvrılabilirdi, nerdeyse bir milimetre kalınlığındaydı. Koleksiyonculara özel, telefon kartı koleksiyon katalogları hazırlanmaya başlanmıştı o zamanlar. Koleksiyonu saklamak için özel telefon kartı defterleri piyasaya sürüldü; o dönem için yeni olan bu koleksiyon türüyle ilgili gazetelerin kültür eklerinde araştırma yazıları yayınlandığı bile olmuştu. Umumi telefonların kullanımdan kalkmasıyla telefon kartı koleksiyoncuları ilginin zirveye çıktığı o günleri mum ile arar oldu…
Evet, sözü aça aça nerelere kadar geldim yine… Konu biraz dağılır gibi oldu ama; iletişim denince neden aklıma ilk gelen aygıtın telefon olduğunu ayrımsamış durumdayım artık. Konuyu aygıtlardan tamamıyla soyutlayıp kavramsal eksende yaklaşacağım.
İnsan evdeyken, yani köşesine çekilmiş, kendine dönmüşken dış dünyayla bağlantısını sağlıyor telefon. İnsanı insana bağlayan, gülüşmeyi, konuşmayı, ağlaşmayı, hayat kurtarmayı, tebrik etmeyi, kutlamayı, buluşmayı sağlayan çok önemli bir araç. Ayrıca, işyerindeyken insanın yurtdışı veya yurtiçiyle bağlantılı iş ilişkilerini yürütmesini sağlayan, başka bir deyişle, insanların ekmek parası kazanmasını sağlayan, yaşamsal işlevi olan bir araç.
Hepsi bu kadar mı, tabii ki değil. Bu aygıtın benim için ne ifade ettiğini de düşünüyorum şu an. Telefon benim için köprüdür, diyebilirim… Sesimi karşı yana iletir, karşı yandakinin sesini de bana. Arada bir bozulur, onarımcılar gelip onarırlar, hemen işlevine geri dönüp benim için çabalamaya başlar. Yalnız, kötü bir huyu da vardır; sevgi ile nefreti hiç ayırmaz, karşı yanın söylediklerinin hepsini iletir bana. İnsan değil sonuçta, cansız dostlarımdandır. Konuştuğum bana yarar mı yoksa dokunca mı verir, hiç ayrımlayamaz. Bu yüzden bazen çok acımasız bulurum telefonu. Ama, bunun yaptırımını da çabucak uygularım. Severim ama hiç acımam. Karşımdakinin sözlerine kızdım mı, telefonun başını gövdesine sertçe vururum. Sinirimi telefondan çıkartırım, cansız sonuçta. Nasıl olsa canı yanmaz.
Bir de bunun tam tersi var. Konuştuğum annem olur, sevgilim olur veya dostum olur ya o sohbetin keyfine diyecek olmaz. Böyle bir durumda, konuşma biter bitmez telefonumun ahizesini yumuşacık bir hareket ile koyarım gövdesinin üstüne. Bazen üzerini kolonyalı mendille de siler, temizlerim. Evet, işte böyle bir şey telefon…
Bunların hepsi güzel tabii… Peki, telefon yokken yani böyle kolaylaştırıcı bir olanaktan yoksunken insanlar yaşamsal gereksinimlerini nasıl karşılıyorlardı? Birçok şeyin farklı bir işleyişi vardı mutlaka. Örneğin, her semtte bir itfaiye birimi bulunurdu, çünkü itfaiyeyi arama olanağı yoktu. Birisi aniden hastalandı mı, karga tulumba edilir, mahalle sakinleri tarafından çabucak hastaneye yetiştirilirdi. Her gün birbirini görme olanağı olmayan arkadaşlar habersiz ev ziyareti yaparlardı veya haftanın belli bir saati için bir buluşma yerleri belirler, orada düzenli olarak hasret giderirlerdi. Örnekleri sıraladıkça Alexander Graham Bell’e duyduğum saygı artıyor. Buluşu yapmaya yönelten ilham meleğinin elindeki değnek epey sihirliymiş belli ki…
Saydıklarımın yanında, telefonun kendisinden sonraki bilimsel çalışmalara sunduğu aydınlatma işlevi de var tabii ki. Ne demek istediğimi kısaca anlatayım… Bilimciler, 1973 yılında insan uygarlığında çığır açan yeni bir ilke imza attılar, cep telefonu adıyla yeni bir aygıt ortaya çıkardılar. Bu büyük bir devrim olarak tarihe geçmişti ama bununla yetinmediler.
Akıllı telefon
Yalnızca 19 yıl sonra, 1992 yılında, Simon adıyla ‘akıllı telefon’ denilen vazgeçilmez bir araç daha armağan ettiler insan uygarlığına. Akıllı telefon insan yaşamını temelden değiştirdi ama boynuzun kulağı geçmesi misali atasının yazgısını yerle bir etti hiç acımadan. Artık insanların işine yaramadığı için telefon evleri terk etmek zorunda kaldı, telefon kulübeleri sokaklara veda etti. Bugün, zengin özellikleriyle yalnızca işyerlerinde kullanılmakta. Şimdi insanlar anılarında yaşatarak teşekkür ediyorlar telefona.
Ben, insan uygarlığına sunduğu hizmetler ile cep telefonu ve akıllı telefon devrimlerine esin kaynağı olması nedeniyle çok seviyorum onu. Birbirlerini göremeyen insanlar birbirlerinin seslerini duyarak mutluluk verici şeyler üretebildiler onun sayesinde. Ayrıca, yıllarca sağladığı kolaylıklardan ve akıllı telefonun insan yaşamının her boyutunda sağladığı gelişmeleri her gün deneyimlememden kaynaklanıyor sevgim.