Türkiye’nin sığınmacı sorunu

Önce tanım ve terminolojide anlaşalım. Mülteci kime denir? Sığınmacı kimdir? Hukuki statüleri nelerdir?

sığınmacı sorunu

Konuyu fazla detaylandırmadan anlatayım: BM’in 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteci; “Irkı, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle GERİ DÖNMEYEN veya dönmek istemeyen kişi” dir. Bu statü Avrupalı göçmenlere verilir. Diğerleri için verilen Geçici Koruma statüsüdür. Her iki grup da başvuruları sonuçlanıncaya kadar sığınmacı olarak adlandırılırlar. Yani ülkemize gelen Suriyeli ve Afganlar mülteci değil, sığınmacı statüsündedirler. Başvuruları sonuçlanır ve kabul edilirse Geçici Koruma statüsü kazanırlar.

Resmi rakamları boş verin; bugün yaşadığı ülkeden memnun olmayıp çeşitli yollarla Türkiye’ye gelen insanların sayısı 5 – 6 milyonu buldu. Gün geçmiyor ki; TIR’lardan yol kenarına boca edilen insan manzaralarına yada kamyon kasasında havasızlıktan ölmüş sığınmacı haberlerine tanık olmayalım. Başlangıçta bu tabloyu önemsemiyorduk. Ne zaman ki, Emevi Camii’nde cuma namazı kılma hayalinden, Yeni Cami şadırvanında abdest alan Suriyeli gerçeğine evrildik; aklımız başımıza geldi.


Türk toplumu ikiye ayrıldı. Bir kesim, sığınmacıların yarattığı sosyoekonomik sorunlardan rahatsızlık duyup, bunların ülkelerine gönderilmeleri gerektiğini savunurken; diğer bir kesim, bu düşüncede olanlara faşist, ırkçı damgasını yapıştırıp din kardeşlerine sahip çıkıyor.

İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklere indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu iddia eden ırkçılığın, sığınmacıların ülkelerine gönderilmelerini savunanlara yapıştırılması; tarihin en utanılası suçunu, sıradan, basit ve kanıksanır suça dönüştürmektedir. Bu, öyle canı isteyenin, önüne gelene vuracağı damga değildir. Adolf’un kemikleri sızlar.

Peki o halde BM’nin tanımına göre; bayramlarda Suriye’ye GERİ DÖNEN, akrabalarını ziyaret eden, bayram bitince gelen kişiler sığınmacı mıdır? Yada İran’da bulunduğu süre içinde ırkı, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulüm görmeyeceği apaçık belli olan Afganların memleket beğenmeyip, canı öyle çektiği için Türkiye’ye gelmesi onları sığınmacı yapar mı? Hele hele bu Afganların içinde bebek, çocuk, kadın, yaşlı yok, hepsi genç erkek ise hiç şüphe çekmez mi? Bu nasıl bir savaştır ki, kadınlar ve çocuklar ülkelerinde korkmadan kalırken, genç erkekler arkalarına bakmadan kaçıyorlar? Kaldı ki, “sığınmak”, kelime manası olarak tehlikeden kaçarak güvenilir bir yere çekilmek değil midir? Bu “güvenilir yer” ifadesinden tehlikenin ilk aşamada bertaraf edildiği yer manası çıkmaz mı? Sağanak yağmura yakalandığında insan ilk bulduğu saçağın altına mı girer; yoksa saçak mı seçer?

Diğer taraftan, El-Bab’da, Azez’de, Afrin’de, Cerablus’da, Tel-Abyad’da her gün sokakta insan kesilmekte de bizim mi haberimiz yok? Buralarda şiddet ve zulüm kol geziyor da biz mi duymuyoruz? Sokaklarda her gün bombalar patlıyor, can ve mal güvenliği yok olmuş da yalaka medya bizden mi saklıyor? Eğer bunların hiçbiri olmuyorsa zulüm göreceği korkusu nereden çıktı? Yine yukarıdaki tanıma göre zulüm göreceği korkusu taşımayan insan sığınmacı olur mu?

Görüldüğü üzere yıllardır mülteci zannettiklerimiz meğer sığınmacı bile değillermiş.

O halde yapılması gereken nedir?

Gerçekte sığınmacı statüsü bile taşımaması gereken ve ülkenin dört bir yanına dağılmış Suriyelilerin toplanarak TSK’nın işgal etmiş olduğu yukarıda saydığım Suriye’nin kuzeyindeki güvenli bölgelere yerleştirilmesi ve kendi vatanlarında sosyal hayata katılmalarının sağlanması gerekmektedir. Mehmetçik Suriye’ye gönderilirken de kamuoyuna sunulan gerekçe sığınmacı akınını Suriye topraklarında karşılamak değil miydi zaten?


Afganların engellenmesi için ise halihazırda kendileri için bir tehdit oluşturmayan İran’ın sınırında güvenliğin artırılması, geçişlerin engellenmesi ve hatta Yunanistan’ın yaptığı gibi “geri itme” politikalarının hayata geçirilmesi gerekmektedir. Zira tehdit yoksa sığınmacılık da yoktur.

Bu uygulamalar ırkçı, faşist uygulamalar değildir. Emperyalist ülkelere karşı tarihte en büyük savaşı vermiş Türkiye’nin, demografik yapısını dinamitleyen Batılı emperyal politikalara karşı bir duruşudur. Hiçbir ülke, kendi demografik yapısını değiştiren bu derece toplu göçlere izin vermez; olması gereken de budur zaten. Bu politika, FETÖ’yü başımıza bela eden analiz yoksunu “yetmez ama evetçiler”in, her olaya mezhep penceresinden bakan kullanışlı siyasal İslamcıların, Taliban’ın berbere gitmiş hali İhvancıların, sevgi kelebeği romantik solcuların ve bir avuç gösterişçi hümanistin insafına terk edilemez.

Türklerin sırtına ise ırkçı, faşist damgası yapışmaz. Zira bu toprakların sahipleri;

“Yaradılanı sev yaradandan ötürü” diyen Yunus’un

“Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir” diyen Hacı Bektaş Veli’nin

“Bütün aşklardan yücedir, insanın insanı sevmesi” diyen Mahsuni’nin

“Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır” diyen Yaşar Kemal’in torunlarıdır.


Boşuna heveslenmeyin!.. Bu kadim topraklarda kin ve nefret yeşermez. Her şeye rağmen sevgi yeşerecektir.

Arzu Sabancı: Ülkemde mülteci istemiyorum


Taner Erim
1966 yılında İstanbul'da doğan yazar, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Hava Kuvvetlerinin çeşitli birimlerinde hekim olarak görev yaptıktan sonra 2010 yılında emekli olmuştur. Halen özel sektörde kulak burun boğaz uzmanı ve bir yüksek öğretim kurumunda öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan yazarın ilgi alanları siyasi tarih, sinema ve motosiklettir.