Peşin ödeme yapsam yangında yanan anılarımı geri verirler mi?

Bahçemizde büyüklerimizin ektiği ağaçlar ve hasadını toplayarak bizi ve herkesi doyurduğu meyveler, sebzeler… Yarım asırdır büyüklerimizin kendi elleriyle inşa ettiği kapılar, çerçeveler, duvarlar, odalar, yerler… Evimizde asla atmaya kıyamadığımız el emeği eşyalar, çeyizler, danteller, oymalar… Peşin ödeme yapsam yangında yanan anılarımı geri verirler mi?

yangında yanan

Dedem tek katlı köy evimizin avlusunda daima vazgeçemediği eski püskü kahverengi taburesine otururdu. O tabureye yol arkadaşı muamelesi yapardı. Sabah ezanından sonra avluya çıkar ‘neredesin’ diye seslenir, görünce de ‘ooo maşallah yine ayaktasın, dur çayımı alıp geliyorum’ derdi. Biz üç kardeş kıkır kıkır gülerdik. Taburede oturduğu sürece ara sıra bir şeyler mırıldanırdı. Demek ki içinden konuşuyordu ama bazen de farkında olmadan dışına taşırıyordu. Şimdi dedem yok ama o tabure hala duruyordu. Biz üç kardeş dedemin yol arkadaşına sanki dedemmiş gibi bakıyorduk. Çünkü paha biçilemez bir anısı vardı.

Anneannem şalvarını hep ters giyerdi çünkü gözleri iyi görmezdi. Şalvarındaki cepler birer hazine barındırırdı yani illaki bir kaç tane şeker olurdu. Cepleri arkada görünce onu hemen uyarırdık çünkü şeker vermek isteyip ‘haydaa cepsiz şalvarı giymişim, bugün kısmetinizde şeker yokmuş’ derdi. Topladığı birkaç kocaman taşı dizip içinde ateş yakar ve üzerine koyduğu sac ile bize mis gibi gözlemeler yapardı. Gözleme yapacağını anladığımız zaman daha ateşi yapmadan etrafına oturur ve ilk gözlemeyi kapmanın antrenmanlarını yapmaya başlardır. Şimdi anneannem yok ama şalvarları ve ahşap maşaları duruyordu. Çünkü paha biçilemez bir anısı vardı.


Babam elli yıllık köy evimizin yıkılan dökülen her yerini sürekli onarmaya çalışırdı. Yani evin, mimarı, mühendisi, işçisi, çiftçisi, veterineri, her şeyiydi. Elleri her zaman çok sert olurdu. Bayramlarda elini öperken taşa dokunur gibi olurduk. Elini yıkarken gelen ‘haşur, huşur’ sesler, iki taşın birbirine değmesi gibiydi. Bizim için süper kahramandı. Taşıdığı kum, harç, tahta, taş ne varsa hemen yardıma koşardık. Yardım edince biz de kendimizi süper kahraman hissederdik. Hepimiz bahçede rahat oturalım diye ağaçtan iki tane sedir yapmıştı. Sedirleri ağaçların altına gölge bir yere koydu. Sabahları kalkınca bizim görevimiz sedirlerin üzerindeki çeri çöpü temizlemek, masaya sürahi ile su ve bardak koyup hazır hale getirmekti. Şimdi babam yok ama elleriyle yaptığı köy evimiz ve o sedirleri kullanmaya devam ediyorduk. Çünkü paha biçilemez bir anısı vardı.

Annem sürekli bahçeden sebze toplayıp onları yıkar temizler leğenlere doldurur keser, biçer, ezer ve bir şeyler yapardı. Bizler oyun oynamaktan içeriye girmek istemezdik. Çünkü içeri girince el yüz yıkanıp, üst baş değişecek ve tekrar oyun oynayamayacaktık. Bazen sırf bu yüzden içeriye yemek yemeye bile girmek istemez aç acına oynamaya devam ederdik. Annem bir gün eşiğin içinde mavi bir leğene doldurduğu domatesleri doğrarken, jet hızıyla koşarak bir domates çaldım ve gülerek kaçtım.  Arkamdan ‘sıpa gel de adam gibi ye, hele şuna da bak, atmaca gibi daldı ve kaçtı diye bağırdı durdu’ ama kapının duvarından gelen ‘patt’ diye bir ses de aklıma takıldı durdu. Kesin ‘bir şey fırlattı’ diye düşündüm. Meğer arkamdan domates fırlatmış ve ahşap kapı domates içinde kalmış. Saatler sonra çekinerek içeriye girdiğimde ‘anne kapıyı niye silmedin, ben sileyim mi’ diye sorup yaranmaya çalıştığımda ‘silme ben silerim ama yanımda ol sana bir şey diyeceğim’ dedi. ‘Eyvah ayvayı yedim, bolca azar işiteceğim’ diye düşündüm. Dediği şuydu: Eşek sıpası şu kapıyı sakın unutma, bak yediğin önünde yemediğin ardında’ diyerek güldü. Nereden bilirdim ki kapıdan cıvık cıvık akan bir domatesle ‘çocukluğumu’ bu kadar güzel anlatacağını. Şimdi annem yok. O ahşap kapıyı hiç değiştirmemiştik. Çünkü paha biçilemez bir anısı vardı.

Ağabeyim benden iki yaş büyüktü. Birbirimizle çok dalaşsak bile, birimize bir şey olduğunda dünyaları yıkıyorduk. İkimiz de aynı divanda yatıyorduk ama ağabeyim keyfi isteyince sağ tarafta, keyfi isteyince sol tarafta yatıyordu. Her gece yaşadığımız ‘cam kenarında ben yatacağım’ kavgaları çok asap bozucu oluyordu. Büyüyünce anladım ki ağabeyim divanın hangi tarafı soğuksa oraya geçiyor ve beni soğuktan koruyordu. Ama beni uyuz etmek için, sanki o gece en keyifli yer orasıymış gibi davranıyordu. Kocaman adamlar olunca bunların hepsini konuştuk ve çok güldük. Yattığımız odanın meşhur divanı ve meşhur cam kenarı bizim için çok değerliydi. Bilin bakalım ne oldu? O divan paylaşılamayan cam kenarında yenilenmiş haliyle hala duruyordu. Çünkü paha biçilemez bir anısı vardı.

Kız kardeşimle aramızda üç yaş fark var. O bizim en küçüğümüz. Tek kız kardeşimiz olduğu için hem biraz nazlı, hem de sinir bozucuydu. İstediği olmayınca avazı çıktığı kadar bağırırdı. Anneannem ona ‘bağımın fidanı’ derdi ve kimseye laf ettirmezdi. Küçük olduğu için düşmesin ve börtü böcek onu ısırmasın diye kendi divanının yanına ona bir divan yaptırmıştı, hem de çevresi tahta ile korumalı bir divan. Akşamları yatma vaktinde ‘heh sultanların sultanı sen git prenses yatağına yat’ diye dalga geçip onu sinir ederdik. Dedem kendi elleriyle tahtaları getirmiş, günlerce uğraşarak yapmıştı. Üstelik anneannem de tahtaların üzerine kırmızı boya ile fidan resimleri çizmişti. Kız kardeşim kocaman bir kadın oldu ve kendi bebeğini o divanda uyutuyordu. O prenses divanını gözden çıkaramamıştık. Çünkü paha biçilemez bir anısı vardı.

Bahçemizde büyüklerimizin ektiği ağaçlar ve hasadını toplayarak bizi ve herkesi doyurduğu meyveler, sebzeler…


Yarım asırdır büyüklerimizin kendi elleriyle inşa ettiği kapılar, çerçeveler, duvarlar, odalar, yerler…

Evimizde asla atmaya kıyamadığımız el emeği eşyalar, çeyizler, danteller, oymalar…

Bahçemizdeki el emeği sedirler, çitler, tabureler…

Biz bunları yarım asırdır koruduk korumasına da, şimdi hepsi yandı.

Ne dedemin konuştuğu tabure, ne babamın ikiz tahta sedirleri, ne prenses yatağı, ne de domatesli kapı, anılarımızın hiçbiri kalmadı.

Şimdi hepinize soruyorum, peşin ödeme yapsam yangında kül olan anılarımı da geri verebilirler mi? Lütfen!


Not: Yangınlarda evi yanan insanların duyguları ve söylemleriyle yola çıkılarak yazılmıştır.

Marmaris’te yanan yerlere maden ruhsatı verilmişti: Orman yangınları maden işletme izinleri verilen bölgelerde çıktı!


Serpil Çavuşoğlu
1973 İstanbul doğumluyum. Hayatın her alanında gönüllü olarak faaliyet göstermekteyim. Bağımlılık ile mücadele, kadın ve çocuk istismarına karşı destek, eğitime katkı amaçlı kütüphanaler kurulması, yardımlaşma derneklerinde faaliyetler, tüketicinin her tür hakkı (sağlık, hukuk...) üzerine destek çalışmaları, kültür sanat projelerine koçluk, danışmanlık, tutuklu çocukların topluma kazandırılması amaçlı eğitim organizasyonları, kan bağışı, organ bağışı, ilik bağışı üzerine organizasyonlarda koordinatörlük, özel eğitim öğretmeni olmam sebebiyle engelli çocuklarımızın ailelerine danışmanlık, okullarda çocuklarımızın yardımlaşma güdüsünü pekiştirme amaçlı seminerler ve sayamayacağım daha pek çok alanda, neredeyse hiç durmadan yıllardır gönüllü olarak faaliyet göstermekteyim.