1992 yılının yaz ayları. Bandırma Hava Üssü’nde uçuş tabibiyim. Uçaksavar taburu roket atışı için bir haftalığına Şile’ye gidecek, ben de doktor olarak ambulansla onlara refakat edeceğim. Üssün tek bekar doktoru olduğumdan böyle dış işlere genellikle beni gönderiyorlar. Benim için de aksiyon oluyor, halimden memnunum.
Görev şu: Uçağın çektiği bir hedef (manş) roketle vurulacak.
Pazartesi sabahı Bandırma’dan konvoyla yola çıktık. Bütün gün yol aldık ve akşam Şile’ye vardık. Ertesi gün atış yapılacak. O gece yattık, sabah bir kalktık ki millet hararetle denizi soruyor. Deniz nasıl diye. İlk önce bir anlam veremedim. Sorup soruşturdum; meğer, roket atılacak olan hedefi çeken uçak deniz üzerinde uçtuğu için denizde güvenliği sağlamak amacıyla sahil güvenlik botunun gelmesi gerekiyormuş. O gelmeden de atış yapılamıyor. Bu denizciler de o kadar nanemolla insanlar ki en ufak bir dalgada denize çıkmıyorlar. Dalgalı denize de “Deniz var” diyorlar. Her sabah kalkıyoruz, bakıyoruz “deniz var”, hayaller suya düşüyor; ta ki ertesi sabaha kadar. Böyle böyle günler geçiyor. Millette homurtular arttı. Ben de iyiden iyiye sıkılmaya başladım.
En nihayetinde cuma günü denizin sakinleştiği ve atış yapılacağı haberi geldi. Kamuflajlarımı, botumu giydim; traşımı oldum; ambulansı atış sahasına çağırdım. Ben de yürüyerek atış sahasına gittim. Üzerinde kahvaltılıkların, çay bardaklarının, termosların olduğu; uzunca, beyaz örtülü bir masa hazırlanmış. Ortada tabur komutanı binbaşı oturuyor. Yanında batarya komutanları yüzbaşılar, takım komutanları üsteğmenler falan. Ben de üsteğmenim. Binbaşı “Doktorcuğum gel yanıma” diyerek yanına bir sandalye çektirdi. Oraya oturdum. Yüzbaşılar falan kenarda kaldı. Ben üsteğmen olarak itibarlı müşteri gibi tabur komutanının yanında oturuyorum, biraz da utanarak. Anlayacağınız protokol masasında baş köşede sayılırım. Çaylar konuldu. Kahvaltıya başladık, sohbet ediliyor. Bir yandan da birazdan atılacak olan roketin son hazırlıkları yapılıyor. Denizde sahil güvenlik botu da yerini almış.
Ve nihayet büyük an geldi. Manşı çeken C-47 deniz üzerinde sol cenahtan göründü. Uçak aşağı 1.000 – 1.500 metre uzakta tam hizamıza geldiğinde, oturduğumuz masanın biraz sağ ilerimizdeki mevziden patlama ile roket fırlatıldı. Roketi dikkatle izliyorum. Roket önce biraz ileriye doğru yatay bir seyir izledi; sonra birden 90 derece dik açı ile yukarı doğru yöneldi; 50 – 60 metre kadar yukarı çıktıktan sonra birden adeta havada durdu ve tepemizde daireler çizmeye başladı. Tıpkı bir çizgi film seyrediyor gibiydim. Bir tuhaflık olduğunu anladım ama çevreme bakıyorum kimsede en ufak bir hareket yok. Herkes başını yukarı kaldırmış roketi izliyor. Demek bunlar olağan şeyler diye ben de seyretmeye devam ediyorum. Diğer taraftan ilk hareketi yapıp kendimi yere atarak komik duruma düşmek de istemiyorum. Bir gözümle roketi, diğer gözümle çevremi kolluyorum. Tepemizde dönen roket tekrar durup burnunu aşağı verdiğinde, bir anda herkes “Eyvah!” diyerek sandalyelerden fırladı. Ben zaten dünden hazırım; ben de attım kendimi yere. Masa falan darmaduman. Roket de 100 metre ötemize büyük bir patlamayla düştü.
Birer, ikişer ayağa kalktık; üstümüzü başımızı silkeledik; şükür ölen, yaralanan yok. “Ne oldu komutanım?” dedim binbaşıya; “Kanatçık sıkıştı doktorcuğum, önemli değil. Olur böyle şeyler.” dedi. O önemli olmayan şey az kalsın benim canımı alıyordu. Ölümden kıl payı kurtulmuştum.
İlk kişi kendini yere atana kadar yerimden kıpırdamamıştım. Demek gençlik böyle bir şey; gülünç duruma düşmemek uğruna ölümü bile göze alabiliyor insan. O gün korkmuştum, bugün komik bir anı olarak hatırlıyorum olayı. Acısıyla, tatlısıyla, komikliğiyle güzel anılar biriktirdik bu hayatta. Hayat da bu değil mi zaten?