Hayatımda gördüğüm en güzel manzaralı ofisti. Mülakat iyi geçerse, genel müdürün hemen bitişiğindeki oda benim olacaktı. Muhtemelen manzarası da aynı olur diye düşünmüştüm. İstanbul’da boğaz manzaralı pek çok işyeri bulmak mümkün ama şehrin kıyı şeridini o kadar doldurduk ki, aslında boğaz manzaralı derken, karşı yakanın binaları manzaralı yerlerden bahsediyoruz. İnsanlar bir beton yapının içinden kafalarını dışarı uzatıp, karşı kıyıdaki beton yapıları görünce, aralarından geçen suya sevinip, “boğaz manzaralı hayatım var” diyorlar. Hatta bazen karşı kıyının betonla dolmasına üzülüp, “mahvettiler boğazı” diyoruz, kendi betonumuzun içinden.
Ama benim müstakbel ofisim gerçekten boğaza bakıyordu, gerçek boğaza. Her iki kıyısının yemyeşil olduğu boğaza. O mavi su, betonların arasından değil de, ağaçların arasından akıyordu. Tabi tüm bunları, iş mülakatı esnasında düşünmek –hele mülakat yabacı dildeyse– arada bazı soruları kaçırmama neden olmuştu. Konuyu değiştirmek için Fransız genel müdüre, başvurduğum işle ilgili eski bir anımı anlatmaya başladım. Bundan yaklaşık üç sene önce İstanbul halkının önemli bir kısmı sokaklara dökülmüştü. Hani şu “ilk üç gün iyiydi de, sonlara doğru bozuldu” denilen protestolardan bahsediyordum. Ben de oralardaydım, kaçıncı günler hatırlamıyorum. İyi denilen zamanına mı, kötüsüne mi denk gelmiştim, bilmiyorum. Hepimizin sokakta olmak için kendisine has nedenleri vardı ama benim için en belirleyici olan gündem, şehrin kuzeyindeki ormanlar ve bu ormanları tehdit eden bir köprü ve otoyol projesiydi. O protestolarda görevlendirilen emniyet güçleri, otoyola karşı olmamıza fazlaca içerlemiş ve deyim yerindeyse her gördükleri yerde bizleri haşere misali gaza boğmuştu. Kuzey ormanlarını ve dolayısıyla İstanbul’un temiz havasını koruyup kollayalım derken, ciğerlerimizi o keskin biber gazıyla doldurmuştuk. Neye niyet, neye kısmet.
Üç beş günlük mağduriyetimiz, aylar yıllar boyunca sürecek beyaz yaka sohbetlerimizin ana gündemi olmuştu. Benim gibi üniversite ile seksenlerde tanışan nesil için çok önemli ve heyecanlı bir şeydi bu protestolar. Zamanında hayatı yeterince protesto edememiş kitlelerin, hazır denk gelmişken içinde ukde kalmış her şeye karşı çıkma fırsatı gibiydi. Ve ben bugün, bu mülakatta, bu boğaz manzaralı ofis karşılığında bu konforumdan vazgeçmek üzereydim. Çünkü iş başvurusu yaptığım yer, zamanında sokaklara dökülüp, uğruna cop ve gazla tanıştığım, uzunca bir otoyolun ortasında bulunan İstanbul’un üçüncü köprüsüydü.
Bunları kısaca karşımdaki genel müdüre anlattığımda, aramızda bir an sessizlik oldu. Bu an aslında mülakatın bittiği andı. Mülakatlar biraz da karşılıklı oynanan oyunlardır. Kafanızdaki bir senaryoyu belirli bir süreye sığdırarak oynarsınız. Ben ise rengimi baştan belli etmiş, oyunu kısa kesmiştim. Genel müdür kısık bir sesle bana doğru eğilerek: “Ben de o günlerde Paris’teki evimde televizyondan sizin olayları seyrediyor, adamlar ne güzel eylem yapıyorlar diyordum. O zamanlar ben de bu köprüye karşıydım ama şimdi buradayız işte” dediğinde, işe alındığımı anladım. Yandaki manzaralı odanın sahibi belli olmuştu.
Oturduğunuz mahalle ile çalıştığınız mahallenin birbirlerinden farklı olmaları, her ne kadar çelişki gibi görünse de, aslında hiçbir şeyin salt iyi ya da kötü olmadığını anlamak için güzel bir fırsat sunuyor. Burada mahalle derken ülkeyi oluşturan iki mahalleden bahsediyorum. Sırf mühendislik harikası diye, işlevi ve maliyeti ne olursa olsun bir betona saygı duyabiliyor insan. O betonu diken insanların da pek çok hassasiyetleri olduğunu ve doğaya en az zararı vermek için çabaladıklarını görünce, “karşı mahalle de anlatıldığı kadar kötü değilmiş” diyebiliyor. Ya da insan kendi mahallesinden arkadaşlarının hem şikâyet edip hem de betonun, asfaltın tüm nimetlerinden sonuna kadar faydalandıklarını görünce, “kullanmak ayıp değil de, çalışmak mı ayıp buralarda?” diyebiliyor. Aslında insan, kendi yaptıkları ile barışık olmak için türlü türlü sebepler bulup, onlara inanarak mutlu olabiliyor.
Bir anket yapılsa, ağaç mı asfalt mı seversiniz diye, eminim ağaç açık ara birinci gelir. Ama ağaç ile asfalt seçime girseler, muhtemelen en çok oyu asfalt alacaktır. Zamanının yeryüzündeki en büyük binası olan Aya Sofya yapılırken kaç tane ağaç kesildi bilmiyoruz. O zamanlar karşı çıkanlar oldu mu, haberimiz yok. Merak da etmiyoruz. Roma’nın yaptığı yollar hala duruyor, yıllar geçtikçe daha çok genişledi, yayıldı. Doğa ise bizlere rağmen kendini onarmaya çalışmakla meşgul. Bugün bir fayda göreceksek, yarından çok kolay vazgeçiyoruz. Ama bunu hepimiz yapıyoruz, tek bir mahalle değil. Sadece her mahallenin hassasiyeti diğerinden farklı oluyor.
Bu yazı bir iş başvurusu hikâyesi değil. Bir otoyol anekdotu da değil. Geziye bir selam ya da ihanet de değil. Kendimi sevgili okurlarıma tanıtma yazısı demek daha doğru olur. Ağaca da, asfalta da tapmamayı öğrendiğim yıllardan yola çıkarak, kendimi anlatmaya çalıştım.