İnsan olmak: Unutulan en eski hikaye!

İnsan olmak

“Bir çocuğun gözyaşında millet aranmaz.”

Doğarken hiçbirimizin alnında bir millet yazmıyordu.

Ne bir dilimiz vardı konuşacak, ne de bir dinimiz vardı savunacak.

Çıplaktık. Masumduk. Sadece bir nefes kadar insandık.

Ama büyüdük. Öğrendik.

Ve o öğrenmelerle birlikte kaybettik.

“Sen” oldun, “ben” oldum.

Sınırlar çizdik. Haritalar bölüştük. Dilleri ayırdık. Dinleri silaha çevirdik.

İnançlar adına kin öğrettik, vatanlar adına öldürmeyi kutsadık.

Oysa insan dediğin…

Bir bebeğin gülüşüne ağlayabilmeli,

Bir annenin çaresizliğinde kendini bulabilmeli.

İnancı, dili, kimliği ne olursa olsun, ölen bir çocuk için yüreği dağlanmalı.

Ama şimdi ne yapıyoruz?

Kimi zaman susuyoruz.

Kimi zaman sadece seyrediyoruz.

Görüyoruz ki çocuklar ölüyor.

Ama “kimden” olduklarını sorguluyoruz önce.

“Bizden mi?”

“Değilse, neden üzüleyim?”

İşte insanlık tam da o soruda ölüyor.

Bir çocuk öldüğünde, hangi ülkeye ait olduğunu sormak kadar büyük bir günah olabilir mi?

Bir kadının çığlığını, hangi bayrak altında yükseldiğine göre duymak ya da duymamak…

Bu kadar mı uzaklaştık insaniyet dediğimiz şeyden?

Toprak…

Uğruna ölünen, uğruna öldürülen…

Ama sonunda, yalnızca iki metre düşen…

Ne kadar kıymetli olabilir ki, üstünde barış yoksa?

Bir insanın evinden sürülmesi neyle açıklanabilir?

Sadece farklı bir inanca sahip olması,

Sadece başka bir dilde “anne” demesiyle…

Nasıl düşman olabiliyor bir insan, hiç tanımadığı başka birine?

Belki de en acısı şu:

İnanç adına yapılanlar, artık inancı sorgulatıyor.

Çünkü hiçbir inanç, bir bebeğin kanını kutsayamaz.

Hiçbir ibadet, bir annenin yıkılmış yüreği kadar değerli olamaz.

Ve hiçbir cennet vaadi, cehennemi bu kadar haklı kılamaz.

İnsan olmak, artık doğmakla başlamıyor.

Görmekle, üzülmekle, utanmakla,

ve bazen susmamakla başlıyor.

Belki de tek bir gerçek vardı bu hayatta:

İnsanlık.

Sadece bu kadar.

Ne daha az, ne daha fazla.

Keşke büyürken sadece sevgiyi öğrenseydik.

Kindar değil, merhametli olmayı…

Savaşmayı değil, paylaşmayı…

Bağırmayı değil, anlamayı…

Ve keşke…

Bir çocuğun ölmediği bir dünya, sadece bir ütopya olmasaydı.

Yaşamak kadar basit, sevmek kadar gerçek bir hak olsaydı.

Hepimiz için. Hepimiz gibi.


🌐 Bunlar da ilginizi çekebilir:

Tuğba Altun Souci
TV Medya & Sosyal Medya Uzmanı | Köşe Yazarı | Kurumsal İletişim Danışmanı | Sosyal Sorumluluk Proje Geliştiricisi Tuğba Altun, medya ve iletişim alanında 14 yılı aşkın deneyime sahip, televizyon yayıncılığı ve dijital medya üzerine uzmanlaşmış bir iletişim profesyonelidir. Kariyeri boyunca birçok televizyon projesinde ve dijital platformda aktif görev almış; içerik üretimi, yayın koordinasyonu ve sosyal medya stratejileri alanlarında etkin çalışmalar yürütmüştür. Uzun yıllar boyunca farklı medya organlarında köşe yazarlığı yaparak, toplumsal olaylar, kültür, sosyal sorumluluk ve insan hikâyeleri üzerine düşünsel katkılar sunmuştur. Yazılarında güçlü bir toplumsal hassasiyet ve insan merkezli bakış açısını yansıtmaktadır. Aynı zamanda, Türkiye’nin önde gelen kadın odaklı sivil toplum kuruluşlarından birinin basın ve medya iletişimini yürütmekte; kuruluşun kamuoyuyla olan tüm yazılı iletişimini stratejik olarak planlamakta ve yönetmektedir. Tuğba Altun, sosyal etki yaratan projeleriyle de öne çıkmaktadır. Kurucusu olduğu başlıca sosyal sorumluluk projeleri arasında Haydi Gülümse, Haydi Gülümset, Bir Kitap da Sen Bağışla ve İnsanlık Ölmedi Ben Buradayım yer almakta olup; bu projeler aracılığıyla geniş kitlelere ulaşan, sürdürülebilir ve insan odaklı toplumsal fayda hedeflenmektedir. Alanında derinleşmiş deneyimi, yüksek farkındalık bilinci ve kalemiyle oluşturduğu güçlü iletişim diliyle; Tuğba Altun medya dünyasında güvenilir, üretken ve ilham veren bir isim olarak yerini almıştır.