Kitab-ül Esrar: Okunacak en büyük kitap insandır

Okunacak en büyük kitap insandır! O zaman idrak etmeye başlarız her şeyi. Kitabın varlığını ve amacını… Sırlar kitabını…

kitap

Gece gezmeleri, eğlenceler, diskolar, üniversite ortamı, arkadaşlık… Sonuç ise, iş bulamadan köyüne geri dönmüş, kocamış babasına tarlada yardım ediyordu.

Okumuştu ama pek de işine yaramamıştı…

Hızlıca gerinip bir kazma daha vurdu. İyice yorulmuştu. Eliyle alnındaki telini silip doğruldu. Güneş, ona yardımcı olacağına sanki daha da terlemesi için daha fazla ısı veriyordu. Belini sıvazladı. Sabahtan beri tarlayı çapalamasından dolayı iyice beli ağrımıştı. Yine dert yana yana kazmayı vurdu bir daha. Her vurduğunda mazinin acısını çıkarıyordu. Dalıp gitmişti maziye çünkü İstanbul’a gitmişti okumak için.


Büyük şehirde okurum, iş bulup, paramı kazanırım, konfor içinde yaşarım diye düşünmüştü. Tarih bölümü okumuştu hem de. Ayrıca neler yaşamamıştı ki… Gece gezmeleri, eğlenceler, diskolar, üniversite ortamı, arkadaşlık… Sonuç ise, iş bulamadan köyüne geri dönmüş, kocamış babasına tarlada yardım ediyordu. Okumuştu ama pek te işine yaramamıştı. Sonra eski sevdalarına dalıp gitti, ölmüş şefkatli annesi geldi sonra hatırına, ardından babasının gençlikteki sert ve inatçı karakterine –ki hala daha aynıydı- geçti aklı. Daldı da daldı…

Dalıp giderken yarım saati geçkin süredir aynı yeri çapaladığını unutmuştu. Hala daha aklı geçmişteydi; Ölen kardeşinde, öte taraftan sevip te kavuşamadığı sevgilisinde… Yazık olmuştu kızcağıza. Unutsun diye başka biriyle evlendirmişlerdi de kız dayanamayıp intihar etmişti. Sonra oradan günahlarına geçti aklı. Pişman da değildi. Hayatın tadı olarak bakıyordu. Kibirliydi kibirli olmasına rağmen, çok kişinin hakkını yemişti, çok kişiyi ezmişti ama pek te umurunda değildi açıkçası. Tam oradan yine üniversite hayatına atlayacaktı ki kazmanın sert bir cisme çarpmasıyla kendine geldi Tarık. Afalladı. Dalıp giderken, kocaman bir delik açmıştı tarlada.. Şimdi de sert bir şeye çarpmıştı.

kitap

Biraz daha etrafı kazdı, sert bir kaya olabileceği aklına gelmişti ilk olarak. Ama burada kaya ne arardı…

İyice kazıp elleriyle temizleyince bir sandık olduğunu fark etti. Hızlıca çekip çıkardı topraktan. Küçük bir sandıktı. Küçüktü küçük olmasına lakin dışı sert ve güçlüydü. Merak içinde hemen atladı ve kilidi birkaç kuvvetli vuruşta kırdı. Zengin mi olmuştu acaba… Ne vardı bu pek süslü sandığın içinde? Hemen açıverdi sandığı ve içinde beze sarılı bir şey gördü. Kirli sarı bezi bir hışımla parçalayarak açtı. Bir kitaptı şimdi elinde olan. Osmanlı Hanedanlığındaki ustalık ile süslenmiş mükemmel bir kitap.

Kitap bezden çıktığından beri parlıyordu gözleri kamaştırırcasına. Tarık, parlamanın kitabın “sihrinden” mi yoksa üzerindeki altın yaldızlı işlemelerin güneşin ışığından dolayı parıldamasından mı anlayamamıştı. Ama bunu düşünecek kadar da yoğunlaşmadı. Kitabın ismine baktı. Büyük bir hattat ustalığıyla sadece bir şey yazıyordu eski Türkçe dilinde: Kitab-ül Esrar. Babasını tarlanın bir ucunda görmesiyle kitabı saklaması bir oldu. Akşam inceleyecekti kitabı ama önce tarlanın işlerine bakacaktı.

Okunacak en büyük kitap insandır

Akşam olmuş çoktan yemeği yemişlerdi. Elini yüzünü yıkayıp odasına geçti. Ayaklarını uzattı. Ne çok yorulmuştu bugün. Hafif uyuklamaya başladı. Gözleri bir kapandı bir açıldı. Sonra o tatlı uyku hissine bırakırken kendini, tüm sol bacağına giren inanılmaz ve ani gelen bir ağrı ile kalkıverdi yerinden. Hemen ayağını yokladı, o sırada kitabı fark etti. Nasıl unuttuğuna şaşırdı. Tarladayken, babasından saklamak için pantolonun içindeki cebe saklamıştı. Yalnız bu düşünceler içerisindeyken ayağında ki ağrının kaynağını bulamadı.

Böcek sokması değildi, kramp ta bu kadar kısa süremezdi. Anlam veremedi. Ama umursamaz bir tavırla bu olayı unutup kitabı aldı eline. Heyecandan kalbi atıyordu. Hafifçe kitabı araladı. Aralamasıyla hayal kırıklığı yaşaması bir oldu. Kitabın tüm sayfaları simsiyahtı ve üzerinde azıcık bile yazı yoktu. Çok saçma gelmişti. Nasıl böyle bir kitap siyah sayfaya sahip olabilirdi? Nasıl içi boş olabilirdi? Bir an şaka yapıldığı geldi aklına. Ama mümkün değildi bu bomboş yerde. Öyle bir şey olsa mutlaka bir açık verirlerdi. Bir anda kitapta hafif bir ışık hüzmesi gördü ve parlak renkte birkaç kelime belirmeye başladı siyah sayfaların üzerinde:

Hayata karanlıkta başlarız önce

Bu karanlık sona erer O’na dönünce

Sen içini aydınlatmazsan eğer

Bu kitabın sayfaları aydınlansa neye değer!

Tarık şaşkınlıktan kitabı düşürdü. Anlayamadı önce. Bir daha okudu, sonra bir daha… Okudukça şaşkınlığı arttı. Bu ne anlama gelebilirdi?

Anlam veremiyordu. Hemen nasıl bir anda belirdiğine hem de ne dendiğine anlam veremedi. Yalnız bu bulmacalar, bu gizemler onu kitaptan soğutmuyor kitabı daha da meraklandırıyordu. Cevabı düşündü. Kendi içini nasıl aydınlatacaktı ki! Bu tabir bile başlı başına saçma gelmişti kendisine. Kitap aydınlanamazdı demek ki kendi aydınlanmadan. Bunu çözmüştü. Peki ya hayata karanlıkta başlamak? Bu, anne karnında karanlıkta olmamızdan dolayı mı söylenmişti acaba. Zaten yorgun olduğu için daha fazla yormak istemedi kendini. Cevabı görmek dileğiyle başını yastığa koyup, tatlı uykuya kendini bıraktı.

Babası yine oğlunun fazla uyumasından dert yanıp söylenirken kapıyı açtı. Kapıyı açmasıyla ürkmesi bir oldu. Tarık sabit bir şekilde tavana bakıyor ve hep aynı şeyleri söylüyordu: “Az ye az iç az uyu az konuş. Aza kanaat getirmeyen bulamaz çoğu. Eline beline diline hâkim ol. İçe dön. Az ye, az iç, az uyu, az konuş. Aza kanaat getirmeyen bulamaz çoğu. Eline beline diline hâkim ol. İçe dön…”


kitap

Ne yapacağını şaşırdı önce. Sonra çareyi uyandırmakta buldu ve hızla dürttü uyuyan oğlunu. Tarık, büyük bir sıçramayla yataktan kalktı. Hala daha farkına varmadan aynı şeyleri zikrediyordu. Kafası allak bullaktı. Babasına baktı. Adamcağız korkudan oğluna tuhaf tuhaf bakıyor, bir köşede dikkat çekmemeye çalışıyordu. Sonra ağzındaki nakarata dikkat etti Tarık. Bu nakarata dikkat etmesiyle kesmesi bir oldu. Hemen kendini toparladı. Babasına kafasıyla selam verdikten sonra hızla elini yüzünü yıkayıp, tarlada çalışmaya başladı. Babasıyla konuşmak istemiyordu şu anda. Tek istediği nakarata yoğunlaşmaktı. Evet, cevap gelmişti. Bu olmalıydı. Bunlara yoğunlaştı tekrar. Biliyordu ki bundan sonra hayatı eskisi gibi olmayacaktı.

Önce az konuşmaya başladı. O sustukça, diğer konuşulanları duymaya başladı. Etrafında konuşanları… Bazen bir kuşun şarkısını duyuyordu, bazen ağaçların o narin fısıltılarını veya bazen derenin alıp götürdüğü sırları işitiyor ve dereden insanların tuhaf öykülerini dinliyordu. Bazen bir taşın mırıltılarını duyuyor bazen de yıldızların o şairane atışmalarını… Bir ara erenlerin muhabbetleri çalındı kulağına bir ara da meleklerin gülüşmelerini duydu. O susmuştu artık, o sustukça diğerlerinin konuşmalarını daha net duymaya başladı. Bir ara içindeki sesi de duymaya başladı. Ne ince tiz bir sesti aslında. Nasıl da sustukça güçleniyordu o ince ses sonra…

Sonraları az uyumaya başladı…

O az uyudukça daha çok yaşamaya başladı. Vücuduyla daha çok konuşmaya, hayatın içinde daha çok varolmaya başladı. Ardından az yiyip, içti. Azla doyuyordu artık. Midesi şükranlarını belirtiyor, beden yorulmadığı için daha dinç oluyordu. Daha az yemekle daha çok doyuyordu artık. Vücudu, daha bir hafiflemiş, üzerinde ki yükler kalkmış gibi hissediyordu. Vücudu hafifledikçe bilinci ve kalbi de hafifliyordu.

Değişmeye başladı yavaş yavaş. Zordu elbet önceleri. Karşı çıktı tüm nefsine tüm benliğine. Büyük bir uğraş verdi, bazen yenildi, bazen de yendi. Ama ne olursa olsun bırakmadı. Bazen tıkanıyor, ilerleyemiyor, zorlanıyordu. O zamanlarda birkaç gün karmaşaya giriyor, ardından gizli, sihirli bir parmağın dokunması gibi tüm tıkanıklıkları açılıyor, yolunu daha iyi görüyordu içinde. Hafiflemeye başlamıştı. Ne artık babasının agresiflikleri onu üzüyor, ne de günlerce tarlada sürünmek onu yoruyordu. Artık daha çok içine dönüyor, dışarıyla daha az ilgileniyor, içine dönüyordu.

İçine döndükçe daha çok şeyi fark etti.

Bir ilahi gücü duyumsamaya başladı. İçe döndükçe kalbide bir hoş oldu. Kalbine yoğun bir sevgi akmaya başladı. Bu sevgi alevlendi, aşk oldu. Aşkın ateşi yukarılara sıçradı, benliğini yaktı. Yakılan benliği ateş ile temizlendi, arındı. Daha farklıydı artık. Çok daha farklı…

kitap

Bir gün sessiz sedası odasını toparlarken o gün geldi aklına. O kitap ve başlangıçlar geldi. Hemen sessizce yatağın üst rafından o kitabı çıkardı. Kitabı açmaya çalışırken bir tuhaf oldu. Duygusallaştı. Pişmanlık duydu. Gözyaşlarını tutamadı. Yavaşça fısıldadı “Seni sen için aramaya bu kitapla başladım. Ve seni unutup bir anlığına bu kitaba döndüm. Tüm emeğim senin için miydi bu kitap için mi? Affet! Kitap vesile idi ama sonraki amaç seninle birlikti.” Pişmanlık duydu çünkü bir an kendini bu kitap için, kitaptakiler için bu yola girmiş, bu çilelere katlanmış gibi hissetti. Hâlbuki artık gözü kitapta değildi. Kitabın içeriğinde de değildi. Kitabı alırken bu yüzden pişmanlık duymuştu.

Bu sırada tutamadığı gözyaşlarından biri çehresinden yavaşça aşağıya süzüldü. Kitabın üstüne düşüp sayfaların içine girdi. İşte o sırada kitap titremeye başladı. Kitap titredikçe sayfaları parlamaya, beyaza dönmeye başladı. Tarık, anladı ki kitap artık aydınlıktı.”Aç” dedi bir ses içinden. “Aç ta, kitabın nimetini, vesilesini gör!”

Açtığında gördüğü tek şey kendisi, kendi yansımasıydı. Bir sonra ki sayfayı çevirdi yine kendisi vardı. Bir sonraki sayfada da… Sonra tüm sayfalarda tek bir söz belirdi hafifçe;

Okunacak en büyük kitap insandır! — Hacı Bektaşi Veli

O zaman idrak etmeye başladı her şeyi. Kitabın varlığını, amacını. Sırlar Kitabını yatağının üzerine koydu. Hiçbir eşyasını almadan üstüne eski kabanını geçirdi. İç sesi şimdi de ona “Git!” diyordu. “Dışarıda gezerek kendini ara. Yolcu ol, amacını ara… Herkesi dinle gittiğin yerlerde, kim olursa olsun herkesi dinle. Çünkü herkesin anlatacak bir hikâyesi vardır.” Ve sessiz sedası çekti gitti.


Akşama doğru yaşlı adam kasabadan evine döndü. İşçileri kontrol etti önce. Yalnız oğlunu göremedi aralarında. Zaten tuhaflaştığını düşündü oğlunun. Eskisinden daha verimliydi daha iyiydi çalışması. Ama kişiliği tuhaflaşmıştı. Umursamadı. İşçilere sordu oğlunu. Evde olabileceği duyumunu alıp eve vardı. Hiçbir yerde yoktu. “Çekip gitti mi yoksa bu oğlan.” diye düşündü. Gitse de üzülmezdi ya. Pek işe yaradığı yoktu yaşlı adama göre. Sonra oğlunun odasına girdi. Oda olduğu gibi duruyordu yalnız kapının yanında bir kaban eksikti ve oğlunun eski yatağının üzerinde eski cilt Osmanlı yazmasına benzeyen bir Kuran-ı Kerim duruyordu.

İkra’nın kabul edilmiş serüveni