Yaşamda bizim için neyin doğru olduğunu tam olarak kavrayamadığımız gibi bir başka insanın yaşamında da en doğru seçimin ne olduğunu bilemiyoruz. Anlamak, bilmek, değiştirmek, en iyinin ne olduğunu işaret etmek, kişiye güç veriyor, diğer güçsüzler arasında daha ayrıcalıklı hissetmesine, önemli olmasına hizmet ediyor.
“Birgün bütün berduşların Paris’in kent manzarasından silinmelerine karar verilmişti. Sosyal yardım örgütü, aynı zamanda kentin doğru dürüst bir görünümde olmasıyla da ilgilenen ve düşünelebilecek en resmi nitelikteki yardım örgütünün ilgilileri, polisle birlikte Rue Monge’a geldiler, tek istedikleri, yaşlı adamları yaşama geri döndürmek, dolayısıyla da yaşama hazır olsunlar diye önce yıkayıp paklamaktı. Marcel yerinden kalkıp onlarla birlikte gitti, çok sakin bir adamdı, birkaç kadeh şaraptan sonra bile hala bilge ve uysal kalabilen bir insandı.
Gelmelerini o gün büyük bir olasılıkla hiç umursamamıştı, belki de caddedeki iyi yerine metronun sıcak havasının mazgallardan dışarı çıktığı yere geri dönebileceğini düşünüyordu. Ama kamunun esenliği için yapılmış olan, içinde çok sayıda duşun bulunduğu yıkanma salonunda sıra Marcel’e de geldi, onu duşun altına soktular ve duş kuşkusuz ne fazla sıcak ne de fazlaca soğuktu, ama Marcel yıllardan beri ilk kez çıplaktı ve ilk kez suyun altına girmişti.
Daha kimse durumu kavrayıp yardımına koşamadan düştü ve hemen oracıkta öldü. Ne demek istediğimi anlıyor musun! Malina biraz ne yapacağını şaşırmış gibi bakıyor, oysa ne yapacağını asla şaşırmaz. Bu öyküyü anlatmayabilirdim. Ama duşu bir defa daha hissediyorum, Marcel’in üstünde neleri yıkamaya hakları yoktu, bunu biliyorum. Eğer bir insan kendi mutluluğunun buharları arasında yaşıyorsa, eğer bir insanın “Allah sizden razı olsun”un dışında söyleyecek pek sözü yoksa, o zaman o insanı yıkamaya kalkışmamalı, o insan için iyi olanı o insanın üstünden yıkayıp akıtmamalı, birini olmayan bir yeni yaşam için arındırmaya kalkışmamalı…” Malina-Ingeborg Bachmann
“Reddedilmek kolektif hafızanın bilinçaltı düzlemlerinde ölüm anlamına gelir” (Svagito R. Liebermeister)
Yaşamda bizim için neyin doğru olduğunu tam olarak kavrayamadığımız gibi bir başka varoluşun (insanın) yaşamında da en doğru seçimin ne olduğunu bilemiyoruz. Anlamak, bilmek, değiştirmek, en iyinin ne olduğunu işaret etmek, kişiye güç veriyor, diğer güçsüzler arasında daha ayrıcalıklı hissetmesine, önemli olmasına hizmet ediyor olabilir. Bu güç içimizde, yanımızda, beynimizde taşıdığımız başkasından “daha fazla olma” ihtiyacı ne işimize yarıyor?
Daha derin düzeyde, varoluşsal düzeyde, “ol”a düzeyinde güç hiçbir işimize yaramıyor. Sadece ol’mak, bir şey olmamak, bir şeyi tanımlamadan, hakim olmaya çalışmadan ol’mak kolay değil. Ol’ma hali yaşama aktarıldığında hiç de kolay değil. Bir çaba, farkındalığı taze tutma çabası gerektiriyor. Bu çaba öyle hedef konularak elde edilen, oldum piştim denilen bir durum değil, yaşamın gizemi, yaşamın özündeki gizem zaman zaman belli belirsiz fark ettiğimiz o ışık huzmesi birden içimize doğarken, birden kaybettiğimiz bir gizeme de dönüşebiliyor.
“Yaşam özünde gizemlidir…” (Svagito R. Liebermeister)
Yaşamın gizemi kendi başına akan bir nehir olma halini anlamak için o nehrin dışına çıkıp bakmak ile mümkün. Akışın içinde ne olduğumuzu ancak yaşanan olgu yaşanıp geçtikten sonra anlaşılabiliniyor, yorumlanabiliyor. Yaşamdaki belirsizliğin doğasının da kendi içinde bir bütünlüğü, gestalti var. Bu bütünlük içinde her şey yerli yerinde ve olması gerektiği gibi. Kontrol etme ihtiyacımız, zihnimizin her an hareket halindeki durumundan kaynaklı.
Zihin öğrenmiş olduklarına göre tanımlıyor, yargılıyor, kategorize ediyor, hapsediyor, doğru kalıplarına göre anlamlandırıyor hayatı. Zihnimiz neye göre eylemde bulunuyor ise ve de anlamlandırıyor ise olup biteni kendi davranış kalıplarına göre yapıyor bunu. Ne zamanki davranış kalıbı bir işe yaramadı ya da başka bir davranış kalıbı yerleşti zihne bu sefer o kalıplara göre hareket ediyor. Zihnin bu tanımlama ihtiyacı çok doğal, yaşamsal pratiğini sürdürebilmesi için. Yaşam pratiğimiz bazen birileriyle ortaklık sağlıyor bazen de sağlamıyor. Daha evrensel düzeyde baktığımızda yaşam pratiğimizin çemberi büyüyor. Yine de görünürün ardında bambaşka tahmin etmediğimiz bir kolektif vicdan gerçekliğin asıl düzenine göre işliyor. Zihnimizin, yaşayan gerçekliğimizin fiziksel oluşunun ötesinde kutsal düzen bambaşka bir şeye işaret ediyor.
“Kutsal düzen yasası hepimizin eşsiz olduğunu gösterir.” (Svagito R. Liebermeister)
Kutsal düzende birbirini tamamlayan, herkesi ve her şeyi var eden bir düzlem var. Yoksaydığınız ve görmek istemedeğiniz dünyaya, dünyalara, realitelere bakma var. Kutsal düzende kurban ve suçlu da aynı kader döngüsünün bir parçası. Kurban’ı haklı görmek, katili yok farzetme gibi bir durum sözkonusu değil. Kurban kadar katilin de var kılınması önemli.
Kutsal düzende sömüren ve sömürülen eşit.
Bu eşitlik ahlaki bağlamda bir eşitlik değil. Bu eşitlik tamamıyla varoluşsal. Ne zamanki gerçeğe sadakatle bakıldı, kolektif vicdanla bakıldı, o zaman her şey yerli yerinde nehir akmaya devam ediyor.Yok saydığımız her ne ise kendimizde, ötekinde, toplumlar da aynı düzlemdeler. Aynı gestaltin bir parçası. Yahudi soykırımı ne kadar gerçek ise Hitler de gerçek, onu da var kılmak gerekiyor. Tuhaf, kabul edilemez bir bakış açısı gibi görünüyor, mağdur olanın yanında olma ahlaki tutumumuzdan dolayı diğerini yok sayıyoruz. Faşizmi reddettiğimiz oranda faşizme yaklaşıyoruz. Yargıladığımız, yok saydığımız, ötekileştirdiğimiz oranda aynı kaderin bir parçası oluyoruz.