Prof. Dr. Emine Yeniterzi ile Mevlana
Prof. Dr. Emine Yeniterzi, Hz. Mevlana’yı ve düşüncelerini gereğince tanımadığımızı, popüler kültüre ait birçok ürüne rağbet gösterildiğini ancak Mesnevi’den uzak kalındığını söylüyor.
Prof. Yeniterzi, Mevlana’nın eserlerini yalnızca dinî, tasavvufî, ahlakî yönleriyle ele alan geleneksel anlayışın dışına çıkılması ve günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor.
Mevlana Üniversitesi’nde Mevlana Sosyal Araştırmalar Merkezi Müdürü olarakçalışan Prof. Dr. Emine Yeniterzi ile Hz. Mevlana üzerine sohbet ettik.
Röportaj: Prof. Dr. Emine Yeniterzi
Günümüzdeki Mevlana ve Mevleviliğe olan ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Bu ilginin magazinvari, popüler kültüre ait, derinliği olmayan geçici bir heves olma ihtimali hakkında ne dersiniz? Bu alakanın sizce derinliği var mı, bu ilgiyi desteklemek ve insan bilincine katkısını sağlamak için çalışmalarınız var mı? Neler?
2007 Uluslararası Mevlana Yılı’ndan sonra sorgulanması gereken en önemli konu bu olmalı. Gerçekten de günümüzde Hz. Mevlana’ya duyulan ilgi oldukça fazla. Fakat bu ilginin mahiyeti, ne denli derin olduğu hakkında elimizde herhangi bir veri yok. Mevlana ve Şems hazretlerini konu edinen romanların satışları yanında Mesnevî’nin yurdumuzda ne kadar basıldığı, satış rakamları gibi istatiksel bilgilerden habersiziz. Kişisel kanaatim Hz. Mevlana’yı ve düşüncelerini gereğince tanımadığımız yönünde. Yurdumuzda Hz. Mevlana, eserleri, düşünceleri ve Mevlevîlik konuları bilimsel birçok çalışma ile ele alınıyor. Ancak milletçe asırlardır beslendiğimiz bir kaynak olan Mesnevî’den bugün uzağız. Çeşitli sosyo-kültürel projelerle Hz. Mevlana’ya duyulan sevginin, hayranlığın, ilginin içini doldurmak; düşüncelerini hayata uygulama, tavsiyelerini tecrübe etme yolunda farklı eğitim yöntemleri kullanmak gerekiyor. İlköğretim, ortaöğretim ve üniversite düzeyinde, ayrıca halka yönelik programlarla bu konu üzerinde çalışmalar yapılmalı. Mevlana Üniversitesi Mevlana Sosyal Araştırmalar Merkezi olarak bu doğrultuda bir takım proje çalışmalarına başladık. Ancak projelerin mahiyetleri hakkında şu anda bilgi vermek için erken.
Sizce Hz Mevlana ve Mevlevîlik günümüz insanına ve onun problemlerinin çözümüne dair neler ifade ediyor? Günümüz insanı Hz. Mevlana’yı anlayarak çağının sorunlarıyla baş edebilir mi? Ya da Mevlana’nın düşünceleri günümüz tüketim toplumunun çıkmazlarına karşı neyi ifade ediyor?
Günümüz toplumlarının maddiyata düşkünlüğü, manevî değerlerden uzak kalması hatta bu değerleri reddetmesi, bencilliği, kendisinden başkasını düşünmemesi, cehennemî bir iştahla “Daha yok mu?” tarzındaki doymak bilmez hırsı neredeyse artık normal kabul edilir oldu. Hz. Mevlana ise dünyanın geçiciliği, insanın değeri, insanın ne için, hangi görevle yaratıldığı, nereden gelip nereye gideceği, hayat yolunda hangi rotayı takip edeceği, hangi rehbere uyacağı gibi konuları çok anlaşılır örneklerle dile getirmiştir. Öğrenmek, faydalanmak isteyen herkes Mesnevî’yi okuyarak günümüzün çıkmazlarından kendisini kurtarabilir. Zira Mevlana gerçekten akla uygun, ikna edici söylemlerle mesajlarını sunar. Hakiki bir rehber olarak bize yalnızca doğruları öğretmez, yanlış davranışların sonuçları hakkında da bizi uyarır. Tarafsız, art niyetten uzak, fayda elde etmeyi amaçlayan biri için Mesnevî’yi okumak ama elden düşürmeden defalarca okumak yeterlidir. Asıl sorun Mevlana ve Mesnevî ile herhangi bir bağ kuramamış olanlara ulaşmak. İnsan yalnızca kendi isteklerinin peşinde koşan sıradan bir canlı değil. Kendisi, yaratıcısı, toplum ve dünya karşısında sorumlulukları olan bir varlıktır. Mevlana’nın eserleri özellikle bu bakış açısını kazandırması yönünden son derecede önemlidir.
Günümüzde büyük rağbet gören kişisel gelişim uzmanlarının geliştirdiği tavsiyeler, çıkış noktaları; Mevlana’nın eserlerinde din, ahlak ve tasavvuf temelleri üzerinde asırların tecrübeleriyle bir arada ve en sağlam şekliyle sunuluyor. Örneğin Mevlana; insanın hem kendisine hem de başkalarına değer vermesini, saygı ve sevgi duymasını, ben yerine biz anlayışını geliştirmeyi, korku yerine sevgi ve özgüven duymayı, önyargı yerine araştırma ve bilgi edinmeyi öğretir. Aynı şekilde tenkit yerine takdiri, düşmanlık yerine iletişim, dostluk ve paylaşımı; kıskançlık, geçimsizlik yerine de hediyeleşme ve yardımı öğretir.
İşte bu yüzden Mevlana’nın eserlerini yalnızca dinî, tasavvufî, ahlakî yönleriyle ele alan geleneksel anlayışın dışına çıkmak, günümüz insanlarının ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda değerlendirmek gerekiyor. Yani tavsiyelerini, öğütlerini güncel yorumlarla da ele almak lâzım. Mevlana’nın bu mesajlarını günümüz anlayışıyla yorumlayınca onun hedeflerimizi yüksek tutmak, gelişmek için bıkmadan mücadele etmek, gelişime açık olmak, akılcı bir gözle ileriyi görmek, iyimser, ümitli, inançlı, sabırlı, azimli, üretken, empatik olmak için neler yapmamız konusunda öğütler verdiğini görebiliriz. Zaten Mevlana; Kuran-ı Kerim, hadisler ve tasavvufla beslenen düşüncelerini, sekiz asır sonrasında bile bütün dünyanın ilgisini çeken güzellikte verdiği, kültürümüzün sevgiye, insan olma bilincine, insanların iç dünyalarının zenginleşmesine sağladığı katkılarla diğer sufilerden farklı olmayı başarmış, bu yüzden evrensel ve güncel olmayı hak etmiştir.
Mevlana diyince aklımıza hoşgörü geliyor, fakat Mevlana bu hoşgörüyü neyin üzerine temellendiriyor, hangi felsefî ve dinî argümanlara dayandırıyor? Kısaca anlatabilir misiniz?
Evet, Mevlana denince hoşgörü akla geliyor. Hoşgörü “öteki” kavramının yaygınlaştığı günümüz dünyasında hepimizin ihtiyacı olan bir değer. Yalnızca yanlışlıklara değil, aynı zamanda bize benzemeyen, farklı olan veya beklentilerimizin dışındaki kişi ve davranışlara karşı durmak, tepki göstermek, reddetmek adeta bir refleks oldu. Tahammülsüz insan ve toplumlar olarak kendimize ve dünyaya ne denli zarar verdiğimizin farkında değiliz maalesef. Hz. Mevlana hep sevgi ve hoşgörü mimarı olarak tanıtılıyor. Ancak bunun içi doldurulmuyor, onun hoşgörüden ne anladığı veya bize hangi tavsiyelerde bulunduğu net olarak vurgulanmıyor. Ya da yanlış, başkalarına zarar veren davranışlar karşısında hoşgörülü olmayı tavsiye ettiği düşünülüyor. Hz. Mevlana bir din âlimi olarak İslâm hukukuna vâkıftır. Dolayısıyla kişisel hak ve özgürlüklere müdahale eden davranışlara hoşgörüyle davranmak gibi düşüncesi asla yoktur. Aksine her insanın yaptıklarından sorumlu olduğundan, iyiliğin mükâfat, kötülüğün de ceza görmesinden yana olduğunu açıkça ifade eder. Bu aynı zamanda adalet ve eşitliğin de teminatıdır.
Hz. Mevlana’nın hoşgörü anlayışında öncelikle önyargı ile hareket edilmemesi tavsiye edilir. Bir insan veya olay hakkında eksik bilgiyle ve acele ederek karar vermek yanlıştır, haksızlıktır. İkinci olarak asırlar öncesinden Hz. Mevlana empatik olmanın ipuçlarını verir. Empati kısaca kendimizi karşımızdakinin yerine koymaktır. “Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş olamaz” hadis- i şerifi İslâm dinindeki empati düşüncesinin temelini oluşturur. Empati kuramayan insanın hoşgörülü olması mümkün değildir. Biz de başkalarından farklı olabiliriz, biz de hata yapabiliriz. Kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak, başkalarına da öyle davranmamız gerektiğini belirtir Mevlana.
Ayrıca Hz. Mevlana her insanın sevgiye, saygıya hakkı olduğuna inanır. “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” prensibince dil, din, ırk, renk farkı gözetmez. Farklı olana sevgi ve saygı ile yaklaşır. Duygu, düşünce, davranış veya tutumlardaki farklılığa da aynı ilke ile saygı duyar. Kusur aramak, başkalarının hata ve kusurlarını ortaya dökmek, kendimizi başkalarından üstün görmek, insanları küçümsemek Kuran, sünnet ve de Mevlana’nın düşüncelerinde tasvip edilmez. Öte yandan Cenab- ı Hak, hata yapan insanı hemen yargılamaz, mühlet verir, hatasından pişman olmasını bekler, pişmanlık duyup tövbe edeni de affeder. Bu yüzden hoşgörüden uzak tepkiler yerine her insana hatasını telafi etme şansı verilmeli, yanlışın yerine doğru olanı öğretilmeli, gösterilmelidir. Bu da zorlama ile değil, örnek olma, model gösterme şeklinde olmalıdır. “Sana tokat atana diğer yanağını uzat” tarzında pasif bir hoşgörü anlayışını da benimsemez.
Ayrıca Hz. Mevlana toplumda birlik, barış, huzur ve dayanışmadan yanadır. Hoşgörüden uzak tavırlar bu değerlere zarar verir; birlik ve dirliği bozar. Bir diğer husus da iyi niyet, güvene aittir. İyi niyet besleyen insan başkalarında hata aramaz, görmez, görse de görmezden gelir veya gizler.
En önemlisi de Hz. Mevlana’nın hoşgörü anlayışının temelindeki sevgi anlayışıdır. Sevginin müspet gücü hakkında şu küçük hikâye fikir verecektir sanırım. Bağdat’ta bir adam âşık olur. Sevgisinin, muhabbetinin şiddetinden yerinde duramaz, sokaklarda koşturur. Çocuklar adamı deli zannederek taşlamaya başlarlar. Bir dostu onun bu hâline üzülür. “Seni incitmelerine kıyamıyorum. Eline bir taş alıp da o çocuklara atsan, seni bir daha incitmezler” der. Âşık cevap verir: “Gönlümü sevgilinin aşkı öylesine kaplamış ki oraya kötülük, kin, nefret giremiyor”.
İşte Hz. Mevlana’nın hoşgörü anlayışı bu temeller üzerine oturmaktadır. Bunlara ilaveler yapmak da mümkün.
Günümüzde Hz. Mevlana hakkında kafa kurcalayan birçok konu gündeme getirilmekte, nitekim onun Moğol ajanlığından bile bahsedenler çıkmıştır. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
Hz. Mevlana’nın eserleri ve düşünceleri üzerinde bütün dünyada yüzlerce ilim adamı, şair, yazar, sanatçı çalışıyor, eser veriyor. Garip olanı şu ki bu kadar ciddi bilgi, araştırma, emek, zaman mahsulü olan çalışmalar ses getirmekte zorlanırken, bir kişinin Hz. Mevlana’nın Moğol ajanı veya Moğol işbirlikçisi olduğuna dair iddiaları gündemde geniş yer edindi. Maddiyattan, siyaset, iktidar, devlet adamlığı gibi konulardan özellikle uzak kalmaya çalışan Hz. Mevlana’ya bu yakıştırmaların yapılması ciddiye alınacak türden değildir. Kültürümüzde Moğol denince zulüm akla gelir, Mevlana denince de sevgi ve hoşgörü. Birbirine tamamen zıt bu iki kavramı bir araya getirmek mümkün değil. Bu görüşü ileri süren tarih profesörümüz Mesnevî’den seçtiği bölümlere sübjektif yorumlar getirerek; ayrıca Hz. Mevlana, hayatı ve çevresi hakkındaki en önemli kaynak olan Eflâkî’nin Menâkıbu’l- Ârifîn adlı eserinden; bir de Mevlana’nın Fîhi Mâfih adlı kitabından kırpılarak alınan pasajlarla konuya dair iddialarını dile getiriyor. Hz. Mevlana’nın Moğolların zulmünü yeren sözlerine ise hiç yer vermiyor. Bu iddiaların yersizliği birçok makale, konferans ile dile getirildi. Dolayısıyla üzerinde durmaya değmez kanaatindeyim.
Mevlana, Mesnevîsi’nde “ney” ile neyi kastediyor?
Mesnevî; “Dinle neyden kim hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede” beyti ile başlar. Bu beyitlerdeki ney bir sembol olarak kabul edilir. Hz. Mevlana’nın ney ile hangi hususlara işaret ettiği hakkında değişik görüşler öne sürülmüştür. Mesnevî şarihleri (Mesnevî’yi izah edenler) ney ile musiki aleti olan ney, Hz. Âdem, Hz. Muhammed, Mevlana’nın kendisi, mürşid veya insân- ı kâmil, mümin, âşık, gönül, kalem veya Mesnevî’yi kastettiğini belirtirler. Bu görüşler içinde en çok kabul göreni ney’in “insân- ı kâmil” i yani kâmil insanı, olgun insanı işaret etmesidir. Olgun insan, yeryüzünde Cenab- ı Hakk’ın halifesi olduğunu idrak eden, bu sorumlulukla yaşayan; sözü, özü, huyu ve davranışları ile gerçek mümini temsil eden örnek insandır. İnsan bu özellikleri taşıyınca Allah’ın güzel isimlerini taşır, bir ayna gibi bu isimleri aksettirir.
Yine Mevlana ney sembolü ile insanın dünyada iken gurbette olduğunu; tıpkı kamıştan yapılan neyin sazlıktan koparılıp aslından, kaynağından uzaklaşması gibi, insanın da ruhlar âleminden ayrılıp dünyaya geldiğini anlatır. Bu yüzden ölümü insanın asıl vatanına ve sevgiliye kavuşma olarak kabul eder.
Hz. Mevlana’nın aşk dini olarak bize sunduğu söylem İslâm dininin karşılığı mıdır, yoksa dinler üstü bir düşüncenin mi ifadesi midir?
Maalesef Hz. Mevlana’nın aşk söylemini dinler üstü bir inanış veya yeni bir din anlayışı şeklinde yorumlayanlar çıkmaktadır. Öncelikle Hz. Mevlana samimi bir Müslüman’dır. Meşhur rubaisinde:
[quote]
Yaşadığım müddetçe Kuran’ın kölesiyim ben
Hz. Muhammed’in yolunun tozu toprağıyım ben
Kim benimle ilgili bundan farklı bir şey söylerse
O kişiden de, o sözden de şikâyetçiyim ben
[/quote]
Bu sözlerle Allah’a, Kuran-ı Kerim’e, Hz. Peygamber’e, dolayısıyla İslâm dinine bağlılığını açıkça ilan eder. Onun; Peygamberimizin yolu aşktır, aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır sözlerinin bir benzerini de Yunus Emre Aşk mezhebi dindir banadiyerek dile getirir. Bu sözler dinin özünün sevgi olduğuna işaret eder. Bütün tasavvuf erbabının ortak düşüncesidir bu. Zira aşk; hayatın mayası, kâinatın yaratılış sebebidir. Bu konu genelde iki hadis-i kudsî (manası Allah’a, sözü Hz. Peygamber’e ait olan hadislere hadis-i kudsî denir) ile açıklanır. Birincisi; Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber’e; Sen olmasan, sen olmasan; bu gökleri yaratmazdım; diğeri de Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, varlık âlemlerini ve insanı yarattım hitabıdır.
Bu hitaplar, insanoğlunun ve en seçkin insan olan Hz. Muhammed’in (sav) yaratılmasındaki yegâne amacın Allah’ı tanımak, sevmek ve kulluk etmek olduğunu bildirirler. Tasavvuftaki sevgi anlayışının temelidir bu iki hadis. Bu yüzden Hz. Mevlana konuya ilişkin bir rubaisinde:
[quote]
Hangi gönülde senin sevgin gizli değilse
Kâfirdir o gönül, Müslüman olamaz
Bir şehirde padişahın heybeti yoksa
Yıkılmamışsa bile yıkılmış say o gönlü
[/quote]
Bu mısralarla sevgi eşittir din, iman anlayışını öğretir. Aynı şekilde; “Hz. Ebû Bekir; namazı, orucu ve sadakası ile diğer ashaba tercih edilmedi. O, kalbindeki iman ile tekrim olundu hadisinde bildirildiği gibi, Hz. Ebû Bekir’in başkalarına üstünlüğü çok namaz kıldığı ve oruç tuttuğu için değildir; Cenab-ı Hakk’a duyduğu muhabbet, aşk sebebiyledir. Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları getirip teraziye koyarlar. Fakat sevgiyi getirdikleri zaman bu İlâhî aşk teraziye sığmaz. Bu yüzden asıl olan aşktır” der.
Aşksız imanın, ibadetin değeri yoktur. Taklitten öteye gidemez. İşte bu yüzden Hz. Mevlana ve diğer tasavvuf ehli aşka bu denli önem verirler. Ayrıca aşk; insanı olgunlaştıran, tasfiye eden yani bütün kötü huylarını ıslah eden bir güce sahiptir. Mevlana, aşkın bu yönünü çok çarpıcı bir örnekle izah eder: “Eğer şeytan âşık olsaydı, şeytanlığı gider, melek olurdu” der. Bu sözden de anlaşıldığı gibi insanlardaki hırs, kıskançlık, kin, nefret ve benzeri olumsuzluklar ancak gönüllere yerleşen sevgi ile aşk şifası ile yok olur. İslâm güzel ahlâk dinidir hadisinin gereği olan ahlakı güzelleştirme, “dövene elsiz, sövene dilsiz” arınmış gönüller sahibi olmanın yolu sevmektir, sevgidir. Toplumdaki huzurun, barışın kaynağı sevgidir. Dolayısıyla sevgi, yalnızca sûfîlerin tecrübe etmesi gereken bir hâl değil, her insanın yaşaması, nasiplenmesi gereken hayatî bir ihtiyaçtır. Bu yüzden Hz. Mevlana dinin, imanın özünün aşk olduğunu öğretir bize. Bu bazılarının iddia ettiği gibi dinler üstü bir inanç değil, İslâm dininin temelidir.
Hz Mevlana’nın diğer din, mezhep veya inançlara bakış açısını kısaca anlatabilir misiniz?
Hz. Mevlana’nın farklı dinler, inançlar veya mensuplarına bakış tarzının tezahürünü onun cenaze merasiminde görürüz. Mevlana’nın cenaze töreninde bir sevgi seli, mahşeri bir kalabalık vardır. Sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar ve Yahudiler de törene katılmışlar, hatta gayrimüslimler izdiham kendilerini uzaklaştırmak isteyen Müslümanlara itiraz ederek Mevlana’ya duydukları samimi sevgiyi dile getirmişlerdir. Eflâkî, Menâkıbu’l- Ârifîn adlı eserinde bu olayı ayrıntılarıyla anlatır. Diğer yandan aynı kaynakta Mevlana’nın henüz hayatta iken gayrimüslimlerle sürdürdüğü diyaloglara dair birçok örnek verilir. Bütün bu olayları süzgeçten geçirerek Mevlana’nın diğer dinlerle ilgili görüşlerini özetleyecek olursak öncelikle Hz. Mevlana, bütün semavî dinlerin aynı kaynaktan geldiğini ve tek Tanrı’ya inandığını belirtir. Bu yüzden de hiçbir dini, inancı veya mensubunu hor görmez. Din veya ırk ayrımına yer vermez, insan hakları ve eşitlik anlayışının en gelişmiş tavrını sergiler.
Onun diğer din mensuplarıyla diyaloglarında hep sevgi, saygı, hoşgörü, iyi niyet, samimiyet, güzel ahlâk ve özellikle de alçak gönüllülük öne çıkar. Zira Hz. Mevlana, tebliğden önce dinin güzel örneklerle temsil edilmesinden yanadır. Hayatı boyunca bütün söz ve davranışları gönül kazanmaya yönelik olmuş, yalnızca tahammülsüzlüğe tahammülsüz davranmıştır. Yunus Emre’nin;“Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” sözleriyle dile getirdiği bu anlayışı, Hz. Mevlana da; “Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır” sözleriyle ifade eder. Gerçek sevgi önce Allah’ı sevmeyi, sonra da Allah’ın yarattığı her bir varlığa sevgi gözüyle bakmayı gerektirir. Yani merkeze Cenab- ı Hakk’ı alan geniş bir sevgi dairesi. Dikkat edilmesi gereken nokta merkeze kendimizi değil, Allah’ı almak. Böyle yapınca insanın tükenmeyen bir sevgi kaynağına ulaşması, bu sevgiyle sürekli beslenmesi ve bu sevgiyi tüm kâinatla, bütün insanlarla paylaşması mümkün olur. Bu konuda Hz. Mevlana, Kuran- ı Kerim’de “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ: 107) ayetiyle Cenab- ı Hakk’ın bir rahmet peygamberi olarak tanıttığı Hz. Muhammed’i (sav) örnek alır. Zira Hz. Peygamber’in rahmeti yalnızca Müslümanları değil, bütün kâinatı kapsar. Mevlana da Peygamber varisi bir âlimdir.
Hz. Mevlana’nın yaşadığı dönemde Konya’daki nüfusun yüzde onunu Müslümanların dışındaki inanç sahipleri oluşturuyordu. Mevlana Hıristiyan, Yahudi ayrımı yapmadığı gibi, her çeşit ve seviyeden insanla; rahip, papaz, haham, hekim, ressam, kasap, mimar gibi din adamları ve meslek sahipleriyle; hatta katil, hırsız, sarhoş vs ayak takımından insanlarla da muhatap olmuştur. Dikkat ettiği husus her defasında muhatabının anlayış seviyesine, akıl ve gönlüne hitap etmektir. Suçluyu affetmiş, bilginlere bilgi ile cevap vermiş, hiç kimseyi küçük görmeden, incitmeden hep alçak gönüllülükle, sevgi ve saygıyla pozitif yaklaşımlarda bulunmuştur.
“Dinde zorlama yoktur” (Bakara: 256) ayeti inancın bir gönül işi olduğunu, bu konuda insanları zorlamanın yanlış olduğunu bildirir. Hz. Mevlana da gayrimüslimlerle görüşmelerinde bu hükme uymuş, hiç kimseyi dinini terk etmesi için zorlamamıştır. Mevlana Hazretleri bir gönül sultanı olarak toplumda huzur ve barışın, birlik ve dirliğin güçlenmesi yolunda Müslüman, Hıristiyan veya Musevî bütün insanlar için güzel örnekler sergilemiş, gönüllere Allah ve insan sevgisini yerleştirmiştir. Gerek hayatından alınan kesitler, gerekse eserlerinde verdiği mesajlarda farklılıkların buluşma noktası olarak sevgiyi gösterir. İşte bu sebeple günümüzde evrensel bir sevgi mimarı olarak nitelendirilmektedir.
Hz. Mevlana’nın ortaya koyduğu düşünce sistemi kader ve irade konusunu nasıl çözümlüyor? Hz. Mevlana eserlerinde bu konuyu nasıl ele alıyor?
Kader ve irade anlaşılması nispeten zor bir konu. Geçmişte bir grup (bunlara cebrî denir) insanın her fiilinin Cenab- ı Hakk’ın tayin ettiği kadere bağlı olduğunu iddia etmiş; bir diğer grup da (bunlar da mu’tezile adıyla anılır) “herkes yaptıklarının yaratıcısıdır” görüşüyle insanın sınırsız bir irade hürriyetine sahip olduğunu iddia etmiştir. İlk grup insanın seçme hakkına sahip olmadığını, dolayısıyla yaptıklarından sorumlu tutulamayacağını savunur, cüz’î iradeyi reddeder; ikinci grup da İlahî kaderi inkâr eder. Hz. Mevlana, tartışmalı konulara çözümler getiren tavrıyla bu konuda da orta yolu tercih etmiştir. Mevlana öncelikle İlâhî iradenin, insan iradesinin üzerinde olduğunu ve kulun bu takdiri yenmesinin mümkün olmadığını belirtir. Cenab- ı Hak, irade ve kudret sıfatıyla her insan üzerinde bazı tasarruflarda bulunur ki, insanın bunların dışına çıkma gücü yoktur. Nerede dünyaya geldiğimiz, anne ve babamız, fizikî özelliklerimiz vs. gibi bizim değiştirmeye gücümüz olmayan konular, olaylar. Bu adeta büyük bir daire gibi düşünülebilir. İnsanın cüz’î iradesi bu daire içindeki davranışlara yöneliktir. Buradaki ayrımı Mevlana çok basit örneklerle izah eder. İki konu bizim cüz’î irademizin varlığına işarettir. Biri tereddüt etmek, diğeri de pişman olmak. Yani iki iş arasından hangisini yapayım diye kararsız kalmamız veya bir işin sonunda keşke böyle yapmasaydım diyerek üzülmemiz ya da utanmamız bizim seçme hürriyetine, cüz’î iradeye sahip olduğumuza kanıttır. Diğer taraftan bir mesele karşısında âciz kalmamız da İlâhî iradenin yani kaderin varlığına delildir.
İslâm dininde insan yaptıklarından sorumludur. Zira Cenab- ı Hak; insana iyi ve kötüyü birbirinden ayırması için akıl vermiş, doğru yolu tercih etmesi için peygamber ve kitaplar göndermiş, her insanı dünyada iken yaptıklarından sorumlu tutacağını, buna göre ceza veya mükâfat vereceğini bildirmiştir. O hâlde insan cüz’î iradesiyle yaptıklarından sorumlu bir varlıktır.
Mevlana’ya göre, yapılan işten kaderi sorumlu tutmak şeytana; sorumluluğu kabul etmek de insana özgü bir davranış şeklidir. Çünkü iradeyi yok sayarak, suçu kadere yükleyen ilk varlık şeytan; sorumlu olduğunu kabul eden ilk insanlar da Hz. Âdem ve Havva’dır. Hz. Âdem ve eşi, şeytanın hilesine aldanarak kendilerine yasaklanan meyveyi yedikten sonra:
A’râf Suresi 23. ayette belirtildiği üzere hür iradeleriyle yanıldıklarını itiraf edip tövbe etmişlerdir. Şeytan ise hiçbir suçunun olmadığını, her şeyin kaderden kaynaklandığını ileri sürmüş, üstüne bir de “Beni azdırmana karşılık…” (A’râf, 16) diyerek Allah’ı suçlamıştır. Mevlana bu olayı örnek olarak gösterdikten sonra, herkesin ektiğini biçtiğini, içkiyi içenin sarhoş olduğunu, çalışanın ücretini yine çalışana verdiklerini belirterek; sorumluluğu da insan olmanın gereklerinden biri olarak görür.
Özetleyecek olursak; Mevlana imanın bir şartı olan kadere (İlahî irade) inanır. Bunun yanında insanın da cüz’î iradeye sahip olduğunu belirtir. İnsan hür iradesiyle iyi, güzel ve doğru olanı tercih etmeli, elinden geleni yaptıktan sonra kadere teslim olmalı, tevekkül etmelidir. Hata yaptığı zaman da suçunu Allah’a yüklememeli, sorumluğunu kabul etmelidir.
Hz. Mevlana’nın eserlerinden bağımsız olarak sırf menkabevî şahsiyetiyle tanınması sizce, ne gibi yanlış anlaşılmalara kapı aralıyor?
Hz. Mevlana sevgiyi ön plana çıkarmasıyla tanınır. Ancak ihmal edilmemesi gereken hususlar var. Mevlana; akıl ve bilgi, iman ve sevgiyi bir arada ele alır. Onun bize tarif ettiği insan modelinde bu dört temelin bulunması şarttır. Biri eksik olursa kâmil insan olma çabaları sonuç vermez. Hz. Mevlana’nın bir ilim deryası olan eserlerinden, düşüncelerinden, görüşlerinden, tavsiye ve ikazlarından uzak kalarak onu yalnızca menkabevî şahsiyetiyle tanımanın özellikle de her şeyi akıl, mantık süzgecinden geçiren günümüz insanına fazla bir fayda sağlamayacağı açıktır. Belli zümreleri konu edinen eserlerde müellifler, tarikat veya cemaat gayretiyle çoğu zaman sübjektif davranırlar. Hz. Mevlana’nın ve yakın çevresinin menkıbelerine dair Menâkıbü’l-Ârifin’de ve benzer kaynaklarda anlatılan olayların ne derece gerçek olduğunu veya aşırı övgü gayretinden kaynaklanan hayal gücüyle mi böyle aksettirildiğini bugün bilmemiz mümkün değildir. Ama Mevlana’nın eserleri özellikle de Mesnevî’si, onun dilinden, tamamen ona ait ve de rehber mahiyetinde bir eserdir. Sorunuzda belirttiğiniz gibi abartılı ifadelere bolca yer veren menkabelerle Mevlana’yı yanlış tanımak hatta reddetmek bile söz konusu olabilir. Mevlana’yı tanımak, anlamak tamamen duygusal yaklaşımlarla olmamalıdır. Onu tanımak için eserlerini okumak, bilhassa Mesnevî’yi tekrar tekrar okumak en sağlıklı yöntem. Mesnevî’deki şu sözler konuyu daha iyi anlatacak sanırım: “Sevgi de bilgi ile meydana gelir. Eksik bilgi nerden aşkı doğuracak? Eksik bilgi, hakikati fark etmek için yetersizdir. Adeta şimşeği güneş sanır.”
Mevlana ve Şems arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlamalıyız? Aşk mı, dostluk mu, şeyh ve mürid ilişkisi mi?
Evet, Hz. Mevlana ile Şems’in dostluğu hem yaşadığı zamanda hem de sonrasında insanların anlamakta veya kabullenmekte zorlandığı cinsten bir dostluk. Günümüzde Şems- i Tebrizî’yi öne çıkaran romanların yazılmasının bir sebebi Şems-i Tebrizî’nin esrarengiz hikâyesi, bir de bu dostluğun anlaşılamaması sanırım. Hz. Mevlana, Şems- i Tebrîzi ile karşılaştığı zaman dört medresede ders veren saygın bir akademisyen. Şems ise, yıllarca kendisine hakikat yolunda olgun bir mürşit aramak için diyar diyar gezen bir derviş. Ayrıca Konyalıların yabanî bulduğu cinsten, diğer insanların ne diyeceğine aldırış etmeyen, sadece gönlündeki hedefe odaklanmış sıra dışı bir insan. Herkesçe tanınan, sevilen, sayılan Mevlana Şems- i Tebrizî’nin gelmesiyle bütün zamanını onunla geçirmeye başlar. Derslerini bırakır, sohbet ve vaazlarını keser, günlerce iki dost baş başa kalırlar. Bu durum; Hz. Mevlana’nın Şems’e sevgisi, dostluğundan aldığı zevk, başka herkesi ihmal etmesi, Şems’i evlatlık kızı Kimya Hatun’la evlendirmesi ve evinde onlara yer vermesi çevresindeki insanları rahatsız etmiştir.
Yaklaşık üç yıl süren bu dönem Hz. Mevlana’nın iç dünyasında devrim gibi büyük bir değişikliğe yol açmıştır. Bir taraftan iki zıt kutbun birbirini çekmesi, birbirlerini tamamlamaları, diğer taraftan da iki sıra dışı insanın kendi ayarlarında birini bulmasıyla perçinlenen bir bağdır onların dostluğu. Şems’le birlikte Mevlana teorik bilgiyi bırakmış, gönül ilminin sırlarına vakıf olmuş; kuralcılığı, mesleğinden, çevresinden kaynaklanan sınırları aşmayı öğrenmiştir. Şems- i Tebrizî’nin de yıllardır Allah aşkıyla yanan coşkun gönlü, isyankâr yaratılışı Mevlana ile sükûnet bulmuştur. Onlarınki bir gönül dostluğu, mistik bir bağ, iki Allah âşığının öze doğru, manevî bir yolculuğudur.
Bu dostluktan en çok etkilenenin Mevlana olduğu, dolayısıyla Şems’in Mevlana’nın mürşidi olduğu söylenir. Ancak aralarındaki bağda hangisinin mürit, hangisinin şeyh olduğu hakkında kesin karar vermek zordur. Zira Şems’in yolculuğu da kendisine mürşit aramak amacıyla başlamıştır. Her ikisinin de ortak amacı Allah aşkıyla yanmak, tutuşmaktır. Bu ateşin ilk kıvılcımının Şems’ten çıktığı, ancak Mevlana’nın volkana dönüşen ateşinde onun da yanıp bittiği söylenir. Kesin olan bir gerçek varsa o da: Mevlana olmasa Şems bilinmezdi, Şems olmasa Mevlana da Mevlana olmazdı.
Mevlana Celâleddin-i Rumî kimdir?
Hz. Mevlana, 30 Eylül 1207’de Belh’te dünyaya gelmiş, hayatının büyük kısmını Konya’da geçirmiş, 17 Aralık 1273’te ölümlü dünyayı terk etmiş büyük bir Türk-İslâm mutasavvıf, mütefekkir, şair ve din âlimidir. Aynı zamanda bir gönül eğitimcisi, bir sevgi eri ve bir Anadolu velisidir. Rehber eseri Mesnevî ile milletimizin asırlardır beslendiği temel bir manevî kaynaktır.
Bu cümleleri açacak olursak, Mevlana, bu yıl 30 Eylül’de 803. doğum yılını kutladığımız, dünyaya gelişi sekiz asır sonra kutlanan nadir insanlardan biri, seçkin bir insan.
Bu aralar fani dünyadan ayrılışının, onun deyişiyle Allah’a, gerçek sevgiliye kavuşmasının 737. yıldönümünü idrak ettiğimiz büyük bir Allah dostudur Hz. Mevlana.
Mesnevî’si, Dîvân- ı Kebîr’i ile şöhreti on üçüncü yüzyıl Anadolusu’ndan taşmış, dünyanın en büyük şairlerinden biri, Amerika’da yıllardır şiirleri en çok satan şairdir Mevlana.
Hz. Mevlana büyük bir âlimdir. Şems- i Tebrizi ile tanışmadan önce yüzlerce öğrencisi olan, dört medresede dersler veren, günümüz karşılığıyla bir üniversite profesörü. Şems- i Tebrizî ile karşılaştıktan sonra da medrese ilimlerini bir tarafa bırakıp bütün dünyaya gönül ilmini öğretmeye başlayan bir gönül insanıdır Mevlana.
İnsanlara kibir, açgözlülük, yalan, kıskançlık, kin, düşmanlık gibi bütün kötü huyların en etkili panzehiri olan aşk şifasını öğreten bir gönül hekimidir. Günümüzün savaşlarına, teröre, düşmanlık, kin, nefret gibi bütün olumsuzluklara sevgi şifasını sunan, insanlara bencilliği, çıkarcılığı bir yana bırakıp kardeşliği, dostluğu, paylaşmayı öğreten bir gönül hekimi.
Gerçek aşkın, gerçek bilginin kaynağını Kuran- ı Kerim’de ve âlemlerin övüncü olan Hz. Peygamber’in hadis- i şeriflerinde bulan, kendisini Hz. Peygamber’in ayağının tozu olarak tanıtan hakiki bir kul, samimi bir Müslüman, bir mümin, bir peygamber âşığıdır Mevlana.
Şeb-i Arus nedir?
Şeb-i Arûs, düğün gecesi demek. Kuran- ı Kerim’de; Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz (Ankebût, 57) ve Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz (Bakara, 156) ayetleri ölümün her canlı için kaçınılmaz son olduğunu bildirir. Bu ayetler aynı zamanda ölümü, insan için bir yok oluş değil; aslına dönüş, Allah’a kavuşma olarak niteler. İşte Mevlana da bu yüzden insanlar için büyük bir korku kaynağı olan ölüme kara gözlüklerle bakmaz; ölümü ölümsüz âleme doğuş, gurbetten kurtulup sılaya gitmek, sevgiliye kavuşmak olarak niteler. Nitekim 17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken Hz. Mevlana bu dünyadan göçüp, Hakk’a kavuşunca o geceye düğün gecesi anlamında “şeb- i arûs” denmiştir.