Geriye getirilen birkaç kuruş para güzeldir, evin köşelerinde kaybolur zamanla ama mutlaka bir gün bir yerlerden çıkar tekrar. Hafızanın kara kutusuna atılan ve her anı geçmişten geri getirmek için kullanılan bir jeton olur. Tam da havalanırken, Gana hafızamın kara kutusunda “gerçek ayak ve gerçek bir bedenle toprağa basmak” olarak yerini alıyor.
Gana: gerçek ayak ve gerçek bir bedenle toprağa basmak
Dünyadaki hayali çizgilerden biridir ama belki en şık olanıdır ekvator. Çok keyifli ve yağmurlu bir İstanbul gecesinden sonra bu çizgiyi aşacağım yolculuğu düşlemeye başlıyorum. Filiz’le NewYork’a yaptığımız geziden sonra aldığım kısa notlar gibi kâğıda dökülüverir mi bilmiyorum. Ama bu kez bazı hatıraların tazeliğini korumak için böylesi bir kılıfa sokmam iyi olacak. Evet, hafızayı biraz dert edindiğim doğru, ama eskilere oranla daha fazla detay var zavallı zihinlerimizde. Bu yığın gelecek yıllarda da bizleri ve yaptıklarımızı değerlendirmeye çalışan daha zavallı zihinler tarafından kayıtlara alınacak ve bu böyle uzayıp gidecek.
Benim yolculuklarım öyle aceleyle uçağa koşarken başlamaz. Gündüzün geceye geçtiği gibi gitme bilinci yavaş yavaş yerleşir yerli yerine, belli etapları ve belirtileri vardır. Aynı şekilde dönmek de dönmek gibi keskin değildir. Bir süre orada uyanacakmış gibi olurum. Tek bildiğim bu yazı bitince dönmüş olacağım. Belki yanılıyoruz, belki şu an, geçmişlerin tekrar tekrar dönüştürdüğü bir andır. Geçmişe dönüp anladıklarımızla bugünü tekrar şekillendirebilmemiz, affedip af dileyebilmemiz bundandır.
Esra’nın Batı Afrika rehberi
Bu yolculukta sevgili dostum Esra’nın upuzun Afrika macerasına rehberlik eden canlı kitap bir süreliğine benimle olacak. Sayfa aralarından fırlayan eski tarihli biletler, çizilen satırlar, türlü dilde broşür parçaları, orada edinilmiş samimi dostların erişim bilgileri, yolculuğa dair hisler, kokular bu sayfalar arasında. Bir hazine rehberi değil, hazinenin kendisi.
Esra evinde uyuduğum odaya buna bir bak diye bıraktığında neyle karşı karşıya olduğumun farkında değildim. Ta ki sabah bana bir şeyler fısıldayıncaya kadar. Kitabı bana ödünç vermesini; utanarak, hızlıca ve cevabına ne olursa olsun razı olduğumu hissettirmeye çalışarak, istedim. Vazgeçmesine fırsat vermeden de çantama atıverdim. Uçakta karıştırmaya başladım sayfaları. Genel olarak Batı Afrika, sonra Burcino Faso, sonra da Gana.
Gana
1957 yılında Dr. Nkrumah tarafından bağımsızlığına kavuşmuş Gana. Hemen her Afrika ülkesinin bizim gibi bir bağımsızlık hikâyesi var ama diğerlerinin Gana kadar şanslı olmadığını hepimiz biliyoruz. Altın, fildişi ve bir o kadar da değerli kumaşlarıyla Gana’nın da kendi kaynaklarını kendisinin kullanmasına fırsat verilmemiş elbette. Frankofon yani Fransızların hüküm sürüp dillerini bıraktıkları ülkelerden olmayan Gana, köle ticaretinin yaraladığı en büyük topraklardan ve tahmin edersiniz ki resmi dili İngilizce. Bunun dışında 30 kadar yerel dil var konuşulan, büyük dudakların örtücü etkisinin hissedildiği bu dilleri bize rehberlik eden Nicolas’tan dinliyorum. Her Gana’lı ortalama 5 dil konuşabiliyormuş. Aralarında yerel dillerini daha ağırlıklı kullanıyorlar çok şükür. Brezilya’da 20’ye yakın yerel dil olduğu söylenince, bende bir düzine kadar yerel dilimiz olduğunu ekliyorum gururla.
Gökyüzünden Accra
Lagos’a uğradıktan 45 dakika sonra Accra’nın Kotoka International adlı havaalanına iniyoruz. Kenti karanlıkta uçaktan seyrediyorum. Bir şehirci olarak büyük lekeyi, bir ölçüde yükseklikleri, ve eğer aydınlıksa coğrafyanın özelliklerini ve kentin gelişirken bu değerlere nasıl yaklaştığını görmeye çalışırım. İnanması zor gelebilir ama bu ilk kertede bile kültürün bazı anahtarlarını elinde tutmaya başlayabilir insan. Kanaatim doğasını ve coğrafi özelliklerini bağrına basan kültürlerin ileride olduğu yönündedir. Ne zaman yükseklikleriyle mücadele eden, rekabet eden binaları görsem yaşamın orada doğayla bağının sekteye uğradığına inanırım.
Fiesta Royal
Sarı, koyu mavi yerel kumaşlardan yapılmış cübbeleriyle kocaman gülüşlü görevliler karşılıyor bizi otelin girişinde. Bahçede daha önce görmediğim ağaçlar var. Odam o gece için ayrılmamış ve otel dolu. Aksiliklere çoğumuz gibi kızamam. Onları planlanamayan gerçekliğin sırlarını taşıyan birer haberci gibi bağrıma basarım. Beni neyin beklediği de beni pek korkutmaz, yabancı olduğum yerlerde bile. İşlerimin bir şekilde yoluna gireceğine inanmayı severim. Bizim toplantımız için ayrılmış odalar yanında iki ayrı odası, iki ayrı banyosu mutfağı ve oturma odasıyla bir tür müstakil konuta benzeyen chale’de bir diğer arkadaşımla kalıp kalamayacağımı soruyorlar. Elbette, neden olmasın. Oda arkadaşım Isabel.
Isabel, Brezilya SGP’den. Havaalanında da ismini birinin elinde gördüğümü hatırlıyorum ne hikmetse. Kendi dilini konuşan Lizbon’da bir yarım gün geçirdikten sonra buraya uçmuş. Onu gördüğümde hala uçakta gibiydi. Burcu’nun (Burcu Arık) fiziğini ve enerjisini taşıdığından mıdır bilmem hemen kaynaştık. Beni her akşam yüksek bir enerjiyle bir şeyler yapmaya ikna etmeye çalışmasını başlangıçta gençliğine vermiştim. Aynı saatlerde benim ninnilerim çalmaya başlıyordu çünkü. Sabah ise 6’da parlak bir zihinle ve içinde bir bando çalıyormuş çoşkusuyla uyanıyordum. Isabel’in, bırak uyanmak, toplantı saatini yakalaması için sürünerek duş alması bile işe yaramaz görünüyordu. Gerçekte hemen herkes alışkın olduğu saatlerin enerjisini sürdürüyordu aslında, hepsi bu. O an için Accra, doğusundaki ülkelerle batısındakiler arasında Greenwich kılığına girmiş bulunuyordu bir süreliğine.
Otelde ilk gecem, en yorgun olanı, kavrulmuş taze leblebi, nem kokusu ve çocuklukta çaydanlık dediğimiz fokurdamaya benzeyen bir tür düdüğü andıran kuş sesleri. Yanılma imkânım çok yüksek diye kuşun hangisi olabileceği konusunda tahminde bulunma zahmetine girmiyorum.
Havaalanına indiğimde otelin aracını buluncaya kadar yardım eden polis, büyük özenle size kapı açan, selam veren, gülümseyen görevliler, araç kiralama servisindeki kız. Ekmek parası kazanmak yanında, iyi bir ülke izlenimi bırakmaya çaba sarfediyorlar. Kendi değerli ülkemde de aynı çabayı görürüm ve içim hep biraz burkulur. Turizm işinin müşteri memnuniyeti kısmını kendini yadırgayacak kadar ileri götürdüğünü düşünürüm. Nazik akıcı bir ingilizce konuşmalarını yadırgadığım gibi.
Misyonda ilk gün stresi
Başka memlekette toplantıya katılma deneyimi, birçokları için ilk gün kaygı vericidir. Muhtemelen ülkenizi temsil edecek, bir süreliğine sadece ve sadece başka bir dil konuşulacak, espriler takılmalar gülüşmeler o dilde olacak. Yanında memleketlin varsa kolaydır, bu kaygı yine vardır ama aradaki konuşmalarla kaybolur gider. Zaten söz konusu kaygının tümüyle yok olması topu topu bir iki saati almaz. Özellikle kadınların kaynaşma hızı inanılmazdır. Hangi ülkede olunursa olunsun, hangi dil konuşulursa konuşulsun kadınların ortak nokta bulmaları ve birbirlerini sevmeleri birkaç saniye alır. Geçmişte bir ülkenin bakanı olmuş bile olsa sonuç değişmez, büyüklenmeden eser olmaz. Nasıl olduysa misyonda başka bir ülkede yabancı olmanın bazıları için nasıl da yanıltıcı olduğunu konuşuyoruz hızlıca. Merak edip kendi ülkelerinde gezemedikleri mahalleleri gezip deneyemediklerini denemeye kalkan, bunun için ahlaki ölçülerini dahi bir süreliğine rafa kaldırmaktan çekinmeyenlerden. Gülüyoruz insana ait bu zayıf ve kendini bilmezlik haline.
Bizim grupta Isabel’den sonra, önceden tanıdıklarımı da atlarsam, en çok Abby ile ahbablık ediyorum. Beş kız kardeşten biri olan Abigail Amerikalı. Kız çocuk yetiştirirken Amerikalı bir ailenin ne kadar dikkatli ve titiz olduğunu anlatıyor Abby. Ebeveynlerinden ne kadar çekindiklerini, bir izin almanın ne kadar güç olduğunu ve başlangıçta hoşuna gitmese de insanın kendisi için kaygılanan bir ailesinin olmasının ne kadar da güven verici olduğunu.
Dans etmez miyim?
Sonrasında Isabel ve Abby ile müziklerimizi paylaşmaya karar veriyoruz. Ama öyle pop filan değil, ulusal sesler olacak. Okay Temiz’in çiftetellisiyle yapıyorum açılışı. Bizimkiler koltuğu iskemleyi çekip aynı ağızdan “nasıl dans edeceğiz öğreteceksin” diyorlar. Ağabeyinin düğününden bu yana oynamamış olan ben, birkaç figür gösteriyorum. Aa diyorlar bu sambaya benziyor, yok bu bizim şu dansımıza benziyor. Abby ve Isabel de samba figürlerini gösteriyorlar. Pazardan aldığımız Afrika müziği CD’leriyle aklımıza esen birkaç figür yapıyoruz akşam yemeğine kadar.
Aynı akşam, tesadüf, akşam yemeği için Gana köyü gibi dekore edilmiş bir restorana gittik. Önce müziğin geleneksel olması için rica ettik, zira jaz çalmaktaydılar. Grup eğer bizim dansçılarımızla dans ederseniz çalarız deyince geleneksel giysili iki kadın dansçının arkasında yerimizi aldık. Ayak hareketleri ve çevik dönüşler üzerine kurulu olağanüstü bir dans bu. Yüzümüze kendimizi alamadığımız bir gülümseme oturuveriyor. Kızlar döndü biz döndük, sağa mı sağa, sola mı sola, dirsekler kanatlar gibi çırpılacak, peki. Ayaklar dizden kırılıp kalkıp yeri dövecek, peki neden olmasın. Gece sıcağı ve nemi gündüzü aratmayan Afrika’da birkaç dakika, terlemek ve enerjiyi tüketmek için yeterli. Restoranın ortasında kocaman ama bulanık bir havuz var. Abby’nin ısrarıyla havuzun üzerindeki köprüde fotoğraf çektiriyoruz. Öte yandan Sodhi ile Atlantik okyanunun kıyısındaki restorandan sahile inip denize dokunma çabalarımız boşa çıkıyor. Hintli geleneksel başlığı ve neşeli tavırlarıyla grubun en popüler üyesi Sodhi’yle koca metal çitlere bir anlam veremiyoruz. Okyanusa ayak basma ümidini fazla zorlamıyoruz.
Büyük barajlar: Belo Monte
Dünyanın her köşesinde aynı sorun. Avatar’la da gündeme gelen Xinqu üzerindeki Belo Monte barajını konuşuyoruz Isabel’le. Baraj henüz yapılmadı ama Wikipedia’da bilgisine erişilebiliyor; “Dünyanın 3’üncü büyük barajı olacak” diye, düşünün artık. “En büyük baraj bizim baraj”. Dünyanın kaderi, rekabeti bırakarak olgunlaşması ve adam olması beklenen insanoğlunun elinde. Isabel konunun sosyal tarafına dikkatimi çekiyor. Amazonun atardamarlarını tıkayacak ikinci baraj projesi Madeira nehri üzerindeki Jirau Barajı için 30 bin işçinin alana yerleştirildiğini anlatıyor. Bunca yanlız erkeğin çevre köylerde yarattığı vakaları dinlerken deliye dönüyorum. Kurumsal veya kişisel olarak önüne geçemeyeceğimizi bilmek içimizi burkuyor. Hatta Şili’de yerel halkın doğa koruma aktivitelerini durdurmaya çabalayan hükümetin başbakanları o canım sulak arazilerde okaliptüs yetiştirin çağrısı yapıyormuş. Of diyorum.
Yolda…
Nicholas bize çeşit çeşit Afrika müziği dinletiyor yolda. Arada “gospel” diye bilinen ilahiler de var. Isabel, ilk kez gidilen farklı ülkelerde yaptığımız türden ard arda sorular soruyor Gana ve kültürüyle ilgili. Rehberimiz cevaplamaktan memnun. Yollarda tuvalet kâğıdından, 6 hoperlörüyle kocaman müzik setlerine kadar herşey satılıyor. Bir tür yürüyen alışveriş merkezi. İlgimizi, Brezilya’da da yenilen muz cipsleri çekiyor; biri baharatlı ve tuzlu, biri tatlımsı iki çeşit. Diğerleri tuz, çeşitli tohumlardan edinilmiş unlar ve suyun meydana getirdiği şekil şekil krakerler. Muz cipsleri olağanüstü, ben de Türkiye’den getirdiğim kuru erikleri ve kayısıları ikram ediyorum araçtakilere. İyi rağbet görüyor.
Shai’lerin yaşadığı tepeler
Shai Hills Koruma Alanı, bulunduğum otele en yakın olanıydı. Kakum ve Mole Milli Parkları sabahın erken saatlerinde görebileceğim canlılarıyla çok heyecanlandırsa da, çoğu asfalt olmayan yollarda gidip gelmeye olanak verecek yakınlıkta değil ne yazık ki. Yolların toprak oluşuna bir sözüm var sanılmasın. Yeri gelmişken şehir içi asfalt yolların yanında kaldırımlar ve binalara varan tüm yüzeylerin toprak olduğunu ve bunun kentin o tanıdık yalıtılmış havasını kırdığını söylemeliyim. Toprağın betonun altına hapsedilmemesi ve yaşamaya devam etmesini adeta kıskanıyorum.
Turizm ofisindeki kadın beni ısrarla uzaklara göndermek istiyor. Köle ticaretinin bir zamanlar acıyla yaşandığı limana gitmek istemiyorum. Altı saatliğine uygun bir miktara anlaşıyoruz, rehberim güvenilir birine benziyor ve araç çok temiz. Elimdeki miktarı Gana parası olan Cedi’ye çevirmek için izin istiyor görevli, ben de bu süre zarfında odama uğruyorum. Isabel uyanmış, “ben de seni arıyordum, benle Akra’ya gelsene” diyor. “Ben Shai Hills’e gidiyorum, sen gel” diyorum, hadi her şey hazır. Saniyede çıkıyoruz. “Yol boyunca hem tanışırız da. Vakit kalırsa, Afrika’nın dev nehri Volta üzerine kurulan baraja da uğrarız belki”. Volta. Bu gerçekten dev bir nehir haritadan anlaşıldığı üzere, ancak ne yazık ki görecek vakit kalmıyor.
Koruma alanında giriş ücreti yanında saat başına ücreti ödenen bir rehberle hareket etmek zorundayız. Zaman zaman koruma alanının dışını da kullanan babunlarla karşılaşıyoruz ilk. Çok yakın duruyorlar, biri uzanmış kaşıtıyor kendini diğerine, öyle keyifli ki tarifi zor (fotoğrafını ekliyorum). Saldırgan oldukları için ziyaretçi saatlerinde çit arkasına konan devekuşlarını görüyoruz, sonrada antilop izlerini.
Gana’nın en büyük milli parkı 4,840 km2 ile Mole, kuzeyde. Fil, aslan, leopar, sırtlan, bufalo, antilop vb. görülebiliyormuş. Shai Hills ise küçük bir koruma alanı 53 km2. 175 kuş türü varmış, bu sayı Mogan Gölünden bile daha az ama, tabi burasının bir sulak alan olmadığını biliyorum. İstilacı ağaçlar en büyük sorunlarından, nim diye seslendiriyorlar, neem yani Azadirachta indica, yağı da kullanılan bir ağaç türü. Aynı ağaç Güney Amerika’da da yaygın. Baobab’lar ise her tarafta.
Shai’lerin şefinin yaşadığı kayalık tepeye tırmanıyoruz sonra. Alanda duraklar var, duraklar arasında izlediğimiz izler tamamen toprak, aracı birkaç kez sürtüyoruz yere. Savana, dümdüz. Tepeler, çorbada yüzen taneler gibi bir anda yükseliyor. Bir zamanlar Shai’lerin olan bu topraklarda, eski yaşamın izleri için neredeyse 1 saatten fazla tırmanıyoruz. Havanın neminden olsa gerek saç diplerimizden bile ter akıyor. Oksijen ihtiyacımız yükseldikçe nemli hava bizi daha da zor durumda bırakıyor, resmen nefes alamaz hale geliyoruz. Yerler kaygan. Yine de keçiler gibi seke seke çıkıyoruz, kendime şaşıyorum.
Kabileden geriye taştan havanlar, düşmanlardan korunmak için yapılmış geçici duvarlar kalmış. Şefin uyuduğu mağarada hangi kayanın üzerinde diğerlerini nasıl ağırladığını, hangi kuytuda uyuduğunu görüyoruz. Şeflerin heybetli görüntüsü avladıkları büyük hayvanların kürklerinden yapılmış giysilerden. İki dev kayanın arasındaki incecik derin koridor şefin evinin diğer girişi, şimdi ve eminim geçmişte de yarasaların yaşam alanı. Sayısız yarasa, benim üç boyum kadar salınmış köklerden bir kapının arkasında kara bir bulut gibi uçuşuyor. Yolda kalem büyüklüğünde parlak turuncu ve kahverengi çizgileriyle bir kırkayakla karşılaşıyoruz, her kültürde ayak sayısı değişen bu türün oradaki adı binayak, bubuli de deniyor yerel dilde. Hayranlıkla fotoğrafını çekiyorum. Isabel irkiliyor, bir süre bu ve benzeri kımıldayanlardan nasılda hoşlanmadığını anlatıyor. Birkaç iri kertenkeleye rastlıyoruz, öyle hızlılar ki, görüntüleyemiyorum. Gezdiğimiz mağaraların adları var; biri “sayu”, gün anlamına geliyor, diğeri “hioweyo”, davul mağarası anlamına geliyor.
Dönüş yolunda korkunç bir trafik var. Demek Cuma günü kalabalığı, ülke şehir ayırt etmiyormuş. Yol kenarında, okyanustan az önce avlanmış -çünkü hareket ediyorlar- dev balıkları satan balıkçılar var. Büyük totem ve tabelaların çoğunluğunda bir kilisenin reklamına yer verilmiş. Görsel ne kullanıyor diye merak ederseniz, rahiplerin eşleriyle yumuşak bakışlı davetkâr fotoğrafları. Biraz gülümsettiğini söylemeliyim.
Art Center, Banku ve Çin lokantası
Kente dokunmak elbette birkaç günde kolay değil. Ama kentin adeta anahtarı Art Center adıyla anılan çarşısı. Her rehber kitap, her Akra’lı orayı işaret ediyor, ama herkes. Ticaret burada dönüyor; kumaşlar, hediyelik eşyalar burada satılıyor. Pazarlığın sıkı olduğu bir yer. “Sister, just have a look”. Buradan birşeyler almadan çıkmak imkansız, ancak ben çekiştirilmekten öyle yoruluyorum ki, sonlara doğru Isabel’in metrelerce kumaş almasını ve satıcı kızlarla girdiği muhabbeti muhabbetle izlemekle yetiniyorum. Saat 7 gibi toplanan pazarda sadece biz kalıyoruz, bizden başka turiste de rastlamadığımızı söylemeliyim. Rehberimiz bizim için pazarlığa girişiyor ve aldığımız her şey için eline bir şey sıkıştırıldığına tanık oluyoruz, adettenmiş. Çok renkli bir yer, ama çok da yabancı değil bizim gibi çarşı pazar kültürüne aşina ülkeler için.
Pazarın hemen içinde bir restoran var. Yerel bir yemek istediğimiz için buraya geldik. Seçiyoruz: Banku. Pirinçten yapılma banku, yemeğin ekmeği aslında. Bamya ve tavuktan oluşan yemeği kavrayabilmek için elimizde çukur yapıyoruz bankudan kopardığımız parçayı. Akra’lı rehberimiz birkaç hızlı hareketle tabağını temizliyor. Bizim için bu neredeyse imkânsız. Ancak bamyaları doğramış olsalar da çok ama çok lezzetli olduğunu söylemeliyim.
Gruptan Isabel, Nick, Abby ve eski dost Terence’le bir akşam daha merkezde geçirelim diye kararlaştırıyoruz. Otel, Ganalı Kofi Annan’a saygıdan ismi verilmiş en meşhur restoranını işaret ediyor. Gidiyoruz kapalı. Birkaç pastane ve hamburger evi arasında turladıktan sonra, istemeyerek bir Çin lokantasına razı oluyoruz. Ben elbette uyumak üzereyim. Biraz da toplantıyla ilgili görüşlerimi paylaşmak için katılıyorum programa.
Lokanta pembe örtüleri, neşeli ışıklandırması ve 20 senelik çalışanlarıyla ilginç bir yer. Yuvarlak masanın üstünde döner bir zemin var, tabaklar saatin sayıları gibi yerleştiriliyor ve herkes ısmarlananlardan tadabiliyor döne döne. İyi ki de öyle oluyor çünkü pilav hariç gelen yemeklerin hiçbiri tanıdık değil. Güzel ve kısa bir sohbette dünyada doğanın ve insanoğlunun geleceği ve değerleri konuşuluyor. Bu ailede hemen herkesin en çok zihninde kalan tüm dünya ulusal koordinatörlerinin son kez bir araya gelebildikleri İstanbul toplantısı, sene 2004. Bir daha bu büyüklükte bir toplantı düzenlenmesi mümkün görünmüyor. Bu toplantının anekdotları tekrar tekrar anlatılıyor. Ben de İstiklal Caddesinin bu eğlenceli noktalarını ve 130’a yakın dünyanın en ücra köşelerinden gelenlerce nasıl doldurulduğunu hayal etmeye çalışıyorum.
Toplantı demişken…
Diğer tüm günler toplantının acımasız havasında seyrediyor. İçerik güzel ve ilgi çekici. Otelin restoranında yemek yerine, sıcağa ve neme rağmen dışarıda oturmayı yeğliyorum. Akşam için prova yapan Gana’lı müzisyeni sonradan fark ediyorum. “Bu şarkı sizin için” diye başlıyor bilinen romantik şarkılarını söylemeye, arada alkış da beklediğini ima ederek. Ayrılamıyorum bu tonton sevimli müzisyeni üzmemek için ancak dördüncü şarkıda Isabel’in gelişine seviniyorum.
Toplantı, benzerlerinin aksine çok nitelikli. Katılımcı sayısı az, yaklaşık 15 kişiyiz toplamda. Korumada peyzaj alanları yaklaşımını ve tüm dünyada öncü 11 iyi örneği birlikte nasıl hayata geçireceğimizi konuşuyoruz. Uganda koordinatörü de yakın gelecekte Türkiye’ye gelecekmiş, planlıyoruz gelişini. Bunlar dünyanın benim için en ilginç köşelerinde çalışmalar yürüten insanlar. Örneğin Seyşeller’in ulusal koordinatörüyle tanışıyorum, bu genç ve sevimli hanımın bu olağanüstü adalarda yaptığı işi kıskanmamak mümkün değil.
Dönüşte…
Fumiko ile uçak saatlerimiz yakın, havaalanına beraber gidiyoruz. Pasaportumu Gana’dan aldığım sepete sıkıştırdığım için kapıda çantalar arasında biraz oyalanıyorum, neden elimde tutmadığıma hayıflanarak. Telaşıma kafasını çeviren Gana’lı bir genç, “hemşerim yardıma ihtiyacın var mı” diyor gülümseyerek. Türkçeyi süper konuşan bir Gana’lı. Kapılardan geçinceye kadar sohbet ediyoruz, eşyalarımıza yardım ediyor. İstiklal caddesinde bir restoranda çalışıyormuş.
Türkçeyi sokakta öğrenmiş, çok da zor olmamış onun için. Daha önce Gana’da herkes en az 5 yerel dil biliyor demiştim ya ondan olsa gerek ve tabi okulda öğrenilen İngilizce de bu yeteneği perçinlemiş. Salonda Fumiko ile bir süre bekleyip hediyelik eşyaları kurcalıyoruz. Fumiko incecik ahşap bir heykel beğeniyor tozlu üst raflardan, elimizde kalan son Cedileri sakıza mendile vermek yerine saklamaya karar verdik. Geriye getirilen birkaç kuruş para güzeldir, evin köşelerinde kaybolur zamanla ama mutlaka bir gün bir yerlerden çıkar tekrar. Hafızanın kara kutusuna atılan ve her anı geçmişten geri getirmek için kullanılan bir jeton olur. Tam da havalanırken, Gana hafızımın kara kutusunda “gerçek ayak ve gerçek bir bedenle toprağa basmak” olarak yerini alıyor.