Yalnızlık ve ölüm

Montaıgne’in denemelerinden birinin adı gibi oldu bu başlık. Fazlasıyla sıradan. Lakin hayatın her anında dokunduğumuz, hissettiğimiz ve gördüğümüz her şeyde ölüm yok mudur? Elbette ölüm, bu dünyadan kopmak ve bu dünya tanımına göre bir yalnızlıktır. Ölüm, belirsiz bir yöne yönlendirilmiş, bizden çok uzaklarda varlığını çözemediğimiz sabit ve sönük bir yıldıza benzer ki sahipsizdir.

Yalnızlık ve ölüm

Yalnızlık için de ‘bir tarihtir’ diyor şairin biri. Yalnızlık bir kaçış değil midir sizce? Birçok insan için hayatın darbelerinden, getirdiklerinden ya da götürdüklerinden uzaklaşmak.

Etrafından soyutlanarak bir içe dönüş olduğu da söylenir kimi zaman..


Bazen de  acı çekmemek için konuşmamaktır. Susmaktır. Ölüme benzer. Hep bir yanı karanlık,bir o kadar sessiz.

Peki ölüm ne ki ölüm? Hiç sorduk mu kendimize?

Ölüm yalnızlık mıdır? Geride yalnızlık mı bırakır? Yoksa yalnızlık ölüm müdür? Gidenler mi yalnızdır, kalanlar mı?

Çok yakın, fazla uzak. Ya da Tanrı gibi, güneş gibi, aşk gibi…dersek tanımlayabilir miyiz ölümü?

İlk bu soruyu en yakınımı kaybettiğimde sordum kendime

Büyükannemin vefatında, yaşlı bir kadıncağız demişti, öbür taraf daha eğlenceli olmaya başladı, herkes birer birer orada toplanıyor diye… Birden yüreğime bir ferahlık çökmüştü. Büyükannem  yalnızlığa gitmiyordu, ötekilerin yanına gidiyordu, söyleyip gülecekler, eğleneceklerdi… Acıyı, kasveti ve hüznü henüz  kaldıramayan yüreğim için bir avuntuydu bu… Daha sonraları, tüm sevdiklerimin ölümlerinde bu düşünce, acıma biraz olsun  kül basar olmuştu… Oysa ki avunmanın, acıyı bastırmanın, hüzünlerden sıyrılmaya çalışmanın ötesinde olan, özlemin ve yalnızlığın, araya mesafeler girdikçe daha şiddetli hissedeceğimi bana hiç söyleyen olmamıştı.


Sonradan anladım ki ölümün bana çağrıştırdığı yalnızlık; gidenlerin yalnızlığı değil, biz geride kalanların ıssızlığıydı.