Ulan ne saf adammışız, her gülene kanmışız, ya bizde aşk çok büyükmüş, ya da onlar da çok küçük; ya biz aşık olacak kadar değerli değilmişiz, ya da aşk bizi anlayacak kadar düşünceli … Tümüne tümüyle, hepsine her şekilde eyvallah…
Bu kız sanki çok başka bakıyordu bizim simitçi Samet’e. Adı Gizem’di. Ona bakmak, her halini ezbere almak Samet’in ne kadar da hoşuna gidiyordu. Derste onu izlemek, teneffüste onu izlemek, okuldan çıkıp eve giderken onu izlemek… Bu kız dünyanın en güzel kızı olmalıydı. Henüz fark etmemişti ama kesin gamzeleri de olmalıydı o temiz, pak yüzünde.
Geçti bir gün aynanın karşısına Samet. Bir düşündü. Pek yakışıklı değildi, bakımlı hiç değildi. Zaten bakımı ne ara yapacaktı? Öğlene kadar okul, öğlenden sonra simit tezgahı…
Bir düşündü bu kız beni seviyor mudur diye?
“Desem ki benimle arkadaş olur musun ne der acaba? Sonuçta ne zaman baktığımı görse, gülümsüyor bana. Gülerken bakıyor, ağlarken bakıyor. Hüznüne üzülürken, uzaktan uzağa da olsa hüznünü paylaşmanın sevincini yaşatıyor.”
Ertesi gün niyetlendi. Bulduğu ilk fırsatta diyecekti “Benimle arkadaş olur musun?” diye. Bir kıza benimle arkadaş olur musun demek “Beni sever misin, seni sevebilir miyim?” in kısa adıydı. Okula gittikten sonra kaç teneffüs geçti bir türlü diyemedi. Her teneffüs tuvalete gidip, aynanın karşısında bir güzel süslendi. Baktı olacak gibi değil, okulun çıkış saatini beklemeye karar verdi. Ve çıkış saati de geldi çattı.
Samet dış kapının hemen arkasında beklemekteydi. Tarif edilemez bir hissiyattaydı. Dünyanın en güzel kızı geliyordu. Ve o, bir ihtimal Samet’i seviyordu. Gizem binadan çıktı, okulun avlusundan dış kapıya doğru yürüdü. Dış kapıdan çıktıktan sonra Samet’in heyecanlı halini gördü. Bu haline bir anlam veremedi. Sonra evine doğru yürümeye devam etti. Samet hiçbir şey diyemeden arkasından bakakaldı. Belli ki kolay olmayacaktı bu teklif işi.
Bu sahne bir hafta kadar tekrarlandı. Bir hafta sonra Samet nasıl teklif edebileceğini kara kara düşünürken okulun avlusunda bir konuşmaya şahit oldu. Parlak bir eleman kız arkadaşı ile konuşuyordu. Yüzünde, Samet’in yüzündeki aşk yansımasının yarısı bile yoktu ama kız arkadaşına “Aşkım benim tek suçum seni sevmek, seni çok seviyorum.” diyordu eleman. Samet müthiş şaşırmıştı. İçinden “Ulan ne kadar kolay söyledi öyle, sanki bakkaldan ekmek istiyor. Biz iki kelimeyi bir araya getiremedik.” diye hayıflandı kendi kendine. Bir yandan da cesaret depoladı yüreğine.
Dersler bitti, öğrenciler çıkarken Samet yine dış kapının hemen arkasında, aynı yerde pusuda… Ve Gizem’i gördü “Bu kez tamam.” dedi. “Ulan atla deve değil ya iki kelime söylerim, ya he der ya yok.”. Gizem yaklaştık sıra yine aynı heyecan, ateş, titreme… Tam Gizem önünden geçecekti ki son bir hamle ” Gizem bakar mısın?”. Gizem: “Efendim Samet.”
Samet’in nabzı oldu dakikada bin beş yüz. Söyleyiverdi zor çıkan kısık bir sesle “Benimle arkadaş olur musun?”. Gizem önce şaşırdı. Sonra Samet’e baktı. Ama bu kez yüzünde o tatlı bakışlar yoktu. Sadece kuru bir “cık” la cevap verdi. Hani hayır dese belki amorti diyeceksin, ama onu bile demedi. Samet önce şaşırdı, sonra üzüldü. “Nasıl olabilir, her baktığımda bana gülümseyen kız bu değil miydi?”
Samet, ertesi gün anladı olayı. Gizem her güzel bakana bakıyordu zaten. Komşunun oğluna, sınıf arkadaşına, minibüsteki muavine… Yani bildiğimiz, ne kızı verir ne dünürü küstürür tarzı takılanlardan…”Ulan” dedi Samet “Ne kadar basitmiş bu işler ve biz ne kadar büyütmüşüz gözümüzde.”
Bir müddet arabesk takılmalar, arada sigara içmeler falan geçti günler. Bir de güzel tövbe etti bir daha sevmemeye. Zaten aşka inancı da kalmamıştı herkesin arada bir kalmadığı gibi. Tuttu mu tövbesini? Tuttu tuttu, bir sonraki dünyanın en güzel kızıyla karşılaşana kadar… Ondan sonra bir daha pişmanlıklar, bir daha tövbeler, bir daha tek vefalıyı Allah görmeler…
Hayat devam etti, aradan yıllar geçti. Geriye dönüp baktığında çocukluğun sonlarındaki, gençliğin başlangıcındaki o yıllara, yüzünde yorgun bir gülümseme, dilinde birkaç cümle …
“Ulan ne saf adammışız, her gülene kanmışız, ya bizde aşk çok büyükmüş, ya da onlar da çok küçük; ya biz aşık olacak kadar değerli değilmişiz, ya da aşk bizi anlayacak kadar düşünceli … Tümüne tümüyle, hepsine her şekilde eyvallah…”
Aşk dediğin
Aşk güzel şeydir. Bazen de işkencedir. Bir duvar yazısında yazdığı gibi, içi basınçlı havayla gezmektir aşk. Ergenlikte daha bir başkadır. İlk hevesler, ilk sevmeler. Sevdiğinin değeri kadar kendini değerli görmeler…
Ama aşk bu kadar basit olmamalıydı. Beşeri aşka vurulan, ilahi aşkı görebilmeliydi onda. Aşkına, ilahi aşkın bir emaneti gibi bakabilmeliydi insan… Üç güne bir sevgili değiştirmeler… Ağza sakız olmuş seni seviyorumlar… Okulda ayrı, mahallede ayrı manita yapmalar…
Biz son nesliydik belki de aşkı aşk olarak görenlerin. Ya da duygusala bağlamak bize öyle söyletiyor. Sevdiğine Allah’ın emaneti gözüyle bakıp; ona değil dokunmak, elini tutmaya bile kıyamamak şimdi nerede? Şimdi üç gün sevmeler, dördüncü gün karı kocadan farksız haller… Beşinci gün olmuyor ayrılalımlar…
Tabi söyleyebilmeli de insan sevdiğini. Ret yiyecekse de içinde kalmaması için, “Belki seviyordu, belki sadece sevdiğimi söylememi bekliyordu.” ihtimaline bir ömür tutsak kalmamak için…
Madem konu biraz da aşk, izninizle sevdiğime, cancazıma bir mesajla bitireyim: Cancazım; sonuna kadar değil, sonsuza kadar İnşallah…