Siz seksi üremek için yapıyorsunuz. Kaynanalarınıza torun vermek için, komşularınıza model olmak için, toplumun tabuları için, dinin gerekleri için, devletin yasaları için, olması gerektiği için… Toplum baskısıyla öyle çevrilmişsiniz ki seks hakkında konuşamıyorsunuz bile! Seks hakkında, tutku hakkında, fantezi hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz.
Füsun ve Celal’in mahrem hayatı eskisi kadar hareketli değildi. Son günlerde yatakları bir terazi gibi iki kefeye ayrılmıştı. İki bambaşka dünyayı taşıyan kefeler…
Birbirlerine sırtları dönüktü. Sanki Füsun Celal’e yaklaşmaya çalışsa ya da tam tersi, terazinin tüm dengesi bozulacak ve yatak büyük bir gürültüyle çökecekti. Sırtları dönüktü, çünkü ikisi de uyumadığının anlaşılmasından korkuyordu. Uyumuyorlardı, çünkü ikisi de son derece mutsuzdu. Mutsuzlardı, çünkü seks yapmıyorlardı. Hem de aylardır yapmıyorlardı, çünkü Celal iktidarsız herifin tekiydi.
Elbette hikayeleri böyle başlamamıştı. Evliliklerinin ilk yıllarında cinsel hayatları diledikleri gibiydi. Olması gerektiği gibi… Olması gerektiğine inandırıldıkları gibi… Çok geçmeden Priapos onları ödüllendirmiş ve Füsun’un rahmine bir bebek koymuştu.
Ne kadar mutlulardı canı çıkmış dünyaya canlı kazandırdıkları için. Masum bebek ivedilikle büyümüş, çocukluğa terfi etmiş; çocuk büyümüş ve bir hayvan oğlu hayvana dönüşmüştü.
Babasından daha maço, kabadayıdan hallice bir genç olmuştu Hamza. Özellikle Füsun’a zulmetmede babasıyla yarış halindeydi. Emir kipiyle konuşurdu annesiyle. ‘Bana yemek yap’ derdi: ‘Karnım çok acıktı.’ Ve gecenin sonunda cümlesi şöyle olurdu: ‘Cibinliği hazırla, çatıda uyuyacağım ben!’ Celal, artık delikanlı olan oğlunun sert üslubundan rahatsız olmazdı. Hatta içten içe gurur duyardı. Neticede her şey olması gerektiği gibiydi… Olması gerektiğine inandırıldıkları gibi…
Ataerkil toplum ne tuhaftır kadınlar için. Rahminizden bir bebek çıkartıyorsunuz. Yıllarca mama yedirip bokunu temizliyorsunuz. Hindiba gibi kendiliğinden de büyümüyor velet, emek ve özveri istiyor. Gençliğinizi, dinçliğinizi, hayallerinizi çocuğa adıyorsunuz.
Ve o çocuk biraz serpildiğinde, ataerkil toplumun verdiği yetkiye dayanarak size hükmediyor. Emir kiplerini fütursuzca tüketiyor. Ve siz esasında patronunuzu doğurmuş oluyorsunuz.
Olması gereken her şey olduğu için Celal’in evinde huzur vardı. Ta ki iktidarsızlık sorunu ortaya çıkana kadar… Seks hayatları tamamen bitmişti. Celal, bunu eşiyle ortak sorunları olarak görmüyor ve tüm sorumluluğu üzerine alıyordu.
Hayatının en acınası kahramanlığını yapıyordu böylece. Füsun’u birkaç kez öptükten sonra, sertleşmeyen organını yokluyor ve ‘haydi Füsun, yat uyu’ diyordu, ‘bende bir sorun var, anlayamıyorum.’ Füsun da itaat ederek uyuyordu. Her zaman itaat ederdi. Olması gerektiği gibi… Olması gerektiğine inandırıldığı gibi…
Celal üniversite mezunuydu ve böyle durumlarda sığınılacak limanın bilim olduğunu bilirdi. Cinsellik üzerine okumadığı kitap kalmamıştı. Tabii ki hastaneye gidip muayene de olmuştu, fakat fizyolojik bir bulguya rastlanmamıştı. Tıp dünyasına göre sorun tamamen psikolojikti. Psikoloğa gitmek akıl işi olmadığına göre, Celal okuduğu kitaplarla yetinecekti.
Kendi ruhunun analizini yapacak, kendi reçetesini yazacaktı. Haftalardır sürdürdüğü araştırmasını ciddiye alıyor ve notlar tutuyordu. Notlarından birinde, Herb Goldberg isimli psikiyatrist, ‘penis bilgedir’ diyordu, ‘beyninizi kandırabilirsiniz ama penisinize yalan söyleyemezsiniz.’
Aklından biraz daha akıllı her insan, kendini kandırabilirdi. Hayat zaten insanın kendini kandırma sanatıydı. En vahim koşullardan kurtulmak için, o meşhur Hint filmindeki gibi, elinizi kalbinize götürmeniz ve ‘ol iz vel’ demeniz yeterliydi. Böylece sorunlar esasında yokmuş gibi davranabilir ve sefil hayatınıza devam edebilirdiniz.
Aldığınız üç kuruş maaşın hakkınız olduğuna inandırabilirdiniz kendinizi, ‘piyasa böyle, ne yapalım’ diyebilirdiniz. Ya da ‘ülkenin cari açığı artıyor, şükretmek lazım’. Oy verdiğiniz parti baraj altında kalınca da kendinizi yatıştırmanız zor olmazdı, ‘demokrasi bu’ derdiniz, ‘yüzde iki oy alan partilerin canı cehenneme.’ Fakat insanın penisini kandırması mümkün değildi. Gerçekçi ve inatçıydı penis; çalışmıyorsa sorun inkar edilemeyecek boyutta demekti. Ve yedi cihan bir araya gelse fayda etmezdi.
Celal sadece kişisel gelişim kitaplarıyla yetinmiyor, cinselliğin kökenini de araştırıyordu. Okuduklarından en çok Roma İmparatorluğu ilgisini çekmişti. Romalılar, kadınların cinsellikten haz almasına sıcak bakmıyorlardı.
Cinsel hazzın tekeli elbette erkeklerdeydi. Son derece kıskanç ve özgüven yoksunu erkekler… Savaşa ya da sefere çıkacakları vakit, kadınlarına bekaret kemeri giydirirlerdi. Sadece dışkı deliği olan demir külotlar… Anahtarlarını ceplerinde taşır, böylece hangi cehenneme gidiyorlarsa gözleri arkada kalmazdı.
Celal de Füsun’a bekaret kemeri giydirmişti. Anahtarı da çalışmayan penisiydi… Romalı kadınlar, birkaç kilo vererek demir külotu çıkarabiliyordu. Peki ya Füsun nasıl kurtulacaktı?
7 ay boyunca hiç seks yapmadılar. Ondan önce yaptıkları şeyin seks olup olmadığı ise muammaydı. Seksin ne olduğunun farkında değildiler. 7 ay önce her şey olması gerektiği gibiydi… Olması gerektiğine inandırıldıkları gibi…
Başka çareleri kalmadığına kanaat getirdikleri gün, beraber psikoloğa gittiler. İlk psikolog deneyimleriydi ve gerginlerdi, ama daha da baskın duygu utançtı. Seansları başladığında, utançtan kafalarını bile kaldıramıyorlardı. Bir çocuğa tecavüz etmişler gibi… Ülkenin tüm fakirlerini dolandırmışlar gibi… Olmaması gereken her şey olmuş gibi…
Psikolog fazlasıyla açık sözlüydü. Füsun’a ‘daha önce orgazm oldunuz mu?’ diye sorarken nasıl da soğukkanlıydı… Utanmıştı Füsun, çok utanmıştı, hatta cevap verememişti. Celal de ‘daha önce hangi pozisyonlarda seks yaptınız?’ sorusu karşısında, kalp krizi geçireceğini sandı. O da cevap veremedi. Beyaz önlüklü psikolog, durmaksızın sorular soruyor ve notlar alıyordu:
– Siz de Viktoryen sendromu var.
– O da nedir, doktor bey?
– Dünya tarihiyle ilgili misiniz Celal Bey?
– Evet, hatırımda vardır biraz.
– 19. Yüzyılda Büyük Britanya’da bir cadı yaşardı. Cadının adı Viktorya’ydı, Kraliçe Viktorya… Onun döneminde, kadınların cinsel arzuları olamazdı. Eğer bir kadın cinsel ilişki esnasında zevk aldığına dair ses çıkarırsa, erkeğedoymazlık sendromuna yakalandığına inanılırdı. Ya da şeytanla ilişkiye girdiğine… Her neyse… Cinsellik keyif için değil, daha fazla Anglo-Sakson üretmek için yapılırdı. Seks amaç değil, araçtı. Kadınlar da tohum taşıyan kuryeydi, o kadar… İşte bu nedenle toplumun kadınlara tek bir nasihati vardı: ‘Gözlerini kapat ve İngiltere’yi düşün.’ Ve ola ki seksten zevk alma gafletine düşersen, şu cümleyi fısılda: ‘Her şey İngiltere için.’
– Bunun bizimle ne ilgisi var doktor?
– Siz seksi üremek için yapıyorsunuz. Kaynanalarınıza torun vermek için, komşularınıza model olmak için, toplumun tabuları için, dinin gerekleri için, devletin yasaları için, olması gerektiği için… Toplum baskısıyla öyle çevrilmişsiniz ki seks hakkında konuşamıyorsunuz bile! Seks hakkında, tutku hakkında, fantezi hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. ‘Her şey İngiltere’ için değil, ‘her şey sizin için!’
Psikoloğun yüzünde ilk defa bir mimik belirmişti. Öfkelenmişti. Yaptığı konuşmanın üniversitede öğrendiği psikoloji kuramlarıyla bağdaşmadığını biliyordu. Ama sıkılmıştı bir ülkenin toplu iktidarsızlığından. Bıkmıştı seksi üremek için yapanlardan. ‘Seans bitti’ dedi, ‘Füsun Hanım siz seksi elbiseler alacaksınız, Celal Bey siz de eşinizi yemeğe çıkaracaksınız. Bu gece de seks yapacaksınız! Bunlar ödevleriniz. Haftaya aynı saatte bekliyorum.’
Celal, psikoloğun söylediklerini harfiyen uyguladı. Uygun fiyatlı bir lokantadan yer ayırttı. Füsun ise isteksizdi. Seksi elbiseler satın almadı. Daha önce hiç almamıştı ki. Yıllar önce kaybettiği kadınlığını bir kumaş parçasıyla geri kazanacağına inanmıyordu. Kocası tarafından yemeğe çıkarılmayalı seneler olmuştu. Hoş sözler duymayalı, ruhu okşanmayalı asırlar olmuştu.
Çok iyi anlıyordu şimdi. Cahildi ama gerçekleri görebiliyordu. Celal’in bütün ilgi ve çabası, erkekliğini yeniden ispatlamak içindi. Cinsel işlevini geri kazandığında her şey eskiye dönecekti. Füsun, yıllardır iki erkeğin kölesiydi: Celal’in ve Hamza’nın. Hamza’yı seviyordu ama istediği gibi yetiştirememişti.
Belki bir bebeği daha olsaydı ve o bebek kız olsaydı, dilediği gibi büyütürdü. Celal’i seviyordu ama cinsel açıdan hiç arzulamamıştı. Hiç orgazm olmamıştı. Nasıl bir duygu olduğundan bihaberdi. Ve asla da öğrenemeyecekti.
Celal ile Füsun asırlar sonra dışarıda yemek yediler. Celal, tüm bu okuduklarının, yaşadıklarının, duyduklarının işe yarayacağına inanıyordu. İnanıyordu, çünkü pantolonunda aylar sonra bir sertlik hissediyordu. Erkenden eve döndüler. Hamza uyuyordu.
Celal’in soluk alış verişleri hızlandı. Füsun’u hızlıca yatağa götürdü ve soymaya başladı. Bir ödev yapacak olmaları, onu sebepsizce tahrik etmişti. Füsun’un yüzünde ise hiçbir ifade yoktu. Gülümsemiyor ve heyecanlanmıyordu, bakıyor ama görmüyordu, nefes alıyor ama yaşamıyordu, ölüydü ama toprağın üzerindeydi.
Çok geçmeden seks yapmaya başladılar. Füsun, Celal’in yeni iktidarına itaat ediyordu. Hep itaat ederdi zaten. Olması gerektiği gibi… Olması gerektiğine inandırıldığı gibi… Celal’in keyfine diyecek yoktu. Erken boşaldı. Seks bittikten sonra hiç konuşmadılar. Yatak odalarından çıt çıkmadı. Celal huzur içinde uykuya dalarken, Füsun’un dudaklarından belli belirsiz, ‘her şey çocuk için’ cümlesi döküldü, ‘en az 3 çocuk’.