Hastane bahçesine atılıp biçare sarıldık telefona, ‘Ne yapacağız?’ diye sorduk hıçkıra hıçkıra. Düşünmedi bile Uzun Prens, ‘Her kürtaj bir cinayettir.’ dedi. Acılarımız dindi, cildimizin rengi yerine geldi. Karımla oturduk diz dize ve gülümsedik birbirimize. ‘Yapabiliriz!’ dedik, ‘Hem katil de değiliz biz…’
Uzun Prens’le tanışmadan önce bir ölüydüm. Karar mekanizmasının çarklarına İngiliz anahtarı sokulmuş, içgüdüleriyle yalnız bırakılmış bir zavallıydım. Yönlendirilmeye muhtaç, öz iradesiyle kavgalı, yitik bir genç… Okuma umuduyla Ankara’ya gelmiştim ama kalacak yerim yoktu. Alkole, uyuşturucuya, fuhuşa başlamam an meselesiydi. En iyi ihtimalle terörist falan olacaktım. Sonra Uzun Prens’i tanıdım. O diğer insanlar gibi değildi; hatta insan bile değildi. Upuzun bedeniyle, parıltılı peleriniyle, nadiren gülen çehresiyle hayatıma girmiş; karar mekanizmama saplanan yabancı cismi çekip çıkartmış, yerine kendi kafasını sokmuştu.
Uzun Prens uçabiliyordu. Dünyayı dolaşıp siyonizmle, terörizmle, emperyalizmle ve sonu ‘-izm’ ile biten tüm kötülüklerle savaşırdı. Daima agresifti ama ağzından bal damlardı. Diyalogdan hoşlanmaz, monoloğa bayılırdı. Onu tanıdığıma öyle mesuttum ki… Birey olmanın getirdiği ağırlıktan arınmış; kabileciliğin ve aidiyetin güven veren kucağına oturmuştum. Uzun Prens bana telefon kadar yakındı. Alkoliklerin, fetişlerin, fahişelerin, çapulcuların lanetli kollarından çekip almıştı beni.
Ankara’ya taşındığımdan beri ‘1+1, stüdyo daire’ arıyordum. Derslerimin başlamasına karşın, kalacak yerim yoktu. Uzun Prens’ten yardım isteyecektim, çekinerek çaldım kapısını, henüz lafımı bitiremeden hiddetle karşı çıktı; ‘Stüdyo daireler fuhuş yuvasıdır.’ dedi. Hemen vazgeçtim, üzerine düşünmedim bile. Yurtlarda birkaç sene geçirdikten sonra evlenerek meseleyi kökten çözdüm zaten.
En az 3 tane yapın
Karımı seviyordum, iffetli kadındı. Bolca çocuk yapmak ve nüfusu arttırmak istiyordum; ancak o vücudunun deforme olmasından korkuyor, ‘Bir tane yeter’ diyordu. Aman Yarabbi, ne zor dönemler geçirdik, kırılmadık ne kalp kaldı ne tabak çanak! Aylarca manasız, kahrolası bir rakam üzerine tartışıp durduk. Ortak paydada buluşamadığımız için evliliğimiz çatırdadı! Boşanmanın eşiğine gelmiştik ki, Uzun Prens kapımızı çaldı ve ağzından şu fevkalade cümle döküldü: ‘En az üç tane yapın!’. O gece karımla tavşanlar gibi seviştik, iki yılda iki çocuğumuz oldu. Çocukların birine ‘Uzun’, diğerine ‘Prens’ adını koyduk. Evet, su akıp yolunu bulmuş, yuvamız adeta kutsanmıştı.
Elbette iki çocukla yetinemezdik, zira Uzun Prens ‘En az 3!’ diyerek inisiyatif bırakmamıştı bize. Üçüncü gebeliğin ilk aylarında, bebeğimizin zihinsel engelli olacağını öğrendik. Sadece dünya değil, tüm galaksi başımıza yıkıldı. Karımla korkunç bir ikileme düştük. Kadınları bilirsiniz, gözyaşları emanettir vücutlarında. Ağladı, ağladı, ağladı… Onu teskin ederek endişelenmesinin yersiz olduğunu, Uzun Prens’in yardımcı olabileceğini söyledim. Rahatladı. Hastane bahçesine atılıp biçare sarıldık telefona, ‘ne yapacağız?’ diye sorduk hıçkıra hıçkıra. Düşünmedi bile Uzun Prens, ‘Her kürtaj bir cinayettir.’ dedi. Acılarımız dindi, cildimizin rengi yerine geldi. Karımla oturduk diz dize ve gülümsedik birbirimize. ‘Yapabiliriz!’ dedik, ‘Hem katil de değiliz biz…’
Bebeğimiz büyüdükçe zorluklarımız arttı
Genetik bozuklukları sandığımızdan ciddiydi. Ne söylediğinin, ne yediğinin, ne yaptığının farkında değildi ama olsundu! Tüm enerjimizi, yaşam sevgimizi, kişisel metanetimizi ona aktardık. Kendimiz için değil, çocuğumuz için yaşadık. Öte yandan, ‘üç’ rakamına ulaşarak Uzun Prens’e de itaat etmiştik. Günler su gibi akıp geçti.
Karımla hiç münakaşa yaşamıyorduk artık. Bunun iki temel nedeni vardı: Birincisi çocuklar, özellikle zihinsel engelli olan, tüm enerjimizi aldığından nadiren konuşuyorduk (Diyalogdan monoloğa geçiş). İkincisiyse, hanemizin üstün bir zeka tarafından yönetiliyor oluşuydu. Yol gösterici ve aydınlatıcı bir arifin himayesine girmek ne elzemmiş, daha iyi anladık. Söz gelimi, eşimle hangi marka otomobil alacağımızı hararetle tartıştığımız gün, ‘Porsche’ye binmeyin, Fiat’a binin!’ diyerek yüreğimize su serpmişti. (Zaten bugüne dek çıplak gözle Porsche görmemiştik ama olsundu). Ya da farkında bile olmadan, karı-koca sosyal medyada zehirlendiğimiz saatlerde; hiç üşenmeyerek aramış, ‘Bunlar baş belası, kullanmayın!’ demişti. Ertesi gün internet bağlantımızı kökünden kestirdik; az kalsın terörizme, nihilizme, anarşizme hizmet edecektik. Düşünebiliyor musunuz?
Geçenlerde tuhaf bir rüya gördüm, anlatmak zorundayım.
Rüyamda beş-altı yaşındaydım ve renkli bir kitap okuyordum. İlginç bir resim dikkatimi çekti. Bir boa yılanı avını yutmak üzereyken resmediliyordu. Hatırladığım kadarıyla kitapta şöyle bilgiler yazılıydı: ‘Boa yılanı avını çiğnemeden, bütün olarak yutar ve hareket edemez hale gelir. Sonra da mideyi sıfırlayabilmek için altı ay boyunca uyur.’ Orman maceraları üzerinde uzun uzun düşündüm, sonra renkli bir kalemle ilk resmimi çizmeyi denedim. Resmim şöyle bir hal aldı:
Endorfin ve adrenalin dolu halde, Uzun Prens’i aradım. İşini gücünü bıraktı, pelerinini savurarak yanıma uçtu. ‘Bu sence nedir?’ diye sordum merakla. ‘Normal doğum yapacak bir kadın’ dedi. ‘Yanılıyorsun’ dedim, ‘Fil yutmuş bir boa yılanı bu.’. Uzun Prens sinirlenir gibi oldu; elleri havaya kalktı, sesi yükseldi: ‘Ucube bir resim, kaldır bunu!’. Ağlama krizine tutuldum ama dediğini ivedilikle yaptım. İmha ettim çizimimi. O pişmanlıkla, bir daha asla resim çizmeyeceğime yemin ettim. Rüyam tam olarak burada sonlanıyordu.
Sabah uyandığımda kendime çok kızdım, hem de çok! Utana sıkıla Uzun Prens’i çağırıp rüyamı anlattım, ‘Sosyal medyanın etkileridir, mühim değil.’ dedi. Sarıldım, omuzunda hıçkıra hıçkıra ağladım. Başımı okşadı, beni affettiğini söyledi, her şey normale döndü.
Eğer bir gün yolunuz Ankara’ya düşerse, lütfen biraz durun. Yanınıza bir prens gelirse, yüzü gülmüyorsa, yana taranmış kısa saçları varsa ve monologlardan hoşlanıyorsa, anlarsınız kim olduğunu. O zaman ne olursunuz, benim de bir selamımı söyleyiverin ona.