Yoksul adamlar nasıl ölür?

“Orta sınıf bir toplum istatistiki olarak imkansızdır. Ancak medyanın orta sınıf tariflerine baktığımızda hepimiz kendimizi bu sınıfa ait sanabiliriz.” (Diana Kendall)

yoksul adamlar nasıl ölür

Yoksul adamlar nasıl ölür?

‘Yoksul musun, söyle?’

‘Orta halliyim, Allah’a şük… Ahhh!’


Kafasını tutup su dolu yalağın içine soktum. El ve ayakları bağlıydı, çırpınıyordu, kah sakinleşip yalvarıyor kah celallenip küfrediyordu. Zihni açılsın diye dakikalarca oksijensiz bıraktım, sonra tekrar sordum:

‘Yoksulum de! Haydi söyle!’

Ağzındaki suyu tükürüp korkuyla haykırdı: ‘Deli misin sen? Sapık mısın? Yoksul değilim diyorum sana. Elhamdülillah boğazımdan sıcak yemek geçiyor, aç değilim açıkta değilim.’

‘Yanlış cevap!’

‘Ahhhh yapma dur!’

Zivko-Risteski

Her şey birkaç hafta önce, bilimsel çalışmam için kentin en varoş, en fakir, en dışlanmış semtlerini dolaşmamla başladı. Akademik kariyerimde zirveye çıkmamı sağlayacak, yöntemi-hipoteziyle harikulade kurgulanmış makalem için; yüz tane yoksul hane bulmam ve röportaj yapmam gerekiyordu. Ancak röportaj girişimlerim beni sükut-u hayale uğrattı! Ayaklarında pörsümüş ayakkabılar, ellerinde bağımsızlığını ilan etmiş nasırlar ve talaşlı kafalarla karşıma geçmiş, ‘Yoksul değiliz.’ diyorlardı. ‘Biz halimizden memnunuz.’ deyip kapıyı suratıma çarpanlar, ‘Devletimize zeval gelmesin.’ diyerek röportajımı reddedenler… Ya o kendimi anarşist hissettiren nefret dolu bakışlar? Belli ki korkuyorlardı, kaybedecekleri bir şey varmış gibi! Kimliklerini gizli tutacağımı söylesem de, para teklif etsem de, fayda etmedi. Sustular.

Ve ben bin dereden cinnet getirdim, akli melekemin pusulasını yitirdim. Nasıl olabilirdi bu? Gurur muydu yoksullara yoksul sözcüğünü küfür gibi algılatan? Şükür müydü sorgulama yetisini saf dışı bırakan? Vakitsiz gelen tevekkül müydü pislik içindeki garibanları bu denli eylemsiz kılan? Yoksa hükümete duydukları platonik aşk mıydı?

‘Seni bir şartla salıveririm. Yoksul olduğunu itiraf edip röportaj vereceksin.’

‘Olmaz! Hiçbir güç bana ‘yoksulum’ dedirtemez! Ahhhhhh!’

Mahzende işkence yaptığım Kamuran Bey mermer fabrikasında geçici işçiydi, aylık geliri 700 liraydı, eşi çalışmıyordu, oğullarından büyük olanı Ulus’ta simit satıyordu. Hanelerinde tüplü televizyon vardı ve ailenin tek eğlencesi oydu. Öykünün çıkış noktası, zurnanın son deliği de oydu:

Televizyon! İnsanlara biat hastalığını bulaştıran aygıt… Akşam haberlerinde yoksulluğu öyküleştiren, drama haline getirip bağlamından kopartan, izleyenleri mütemadiyen şükrettiren medya… Tinercileri, uyuşturucu bağımlılarını öcü gibi lanse ederken, yoksulluğun esas nedenlerine asla değinmeyen medya… Önlenemeyen zenginleşme hastalığına yakalanmış mağdur iktidarı görmezden gelip, yüz lira için kapkaç yapan 18’lik veletlere odaklanan medya… Milletvekillerinin canhıraş kavgalarını naklen aktarıp, dönem sonunda CHP’lisi, AKP’lisi, HDP’lisi, hep birlikte çektirilen hatıra fotoğraflarını göstermeyen medya… Tek işlevi halkın gazını almak olan medya…

Televizyon! Doğan medya mesela… Hazretleri; gayrimenkul, pazarlama, enerji, finans hizmetleri, perakende, turizm ve sanayi sektörlerinde at koşturuyor. Haliyle devletten ihale toplayacak. Ve sen CNN Türk Gezi olaylarını niye yayınlamıyor, diyorsun. Kamuran Bey’in kafasını yalağa bir kere daha soktuktan sonra, mahzendeki küçük televizyonu açtım.

televizyonnnn

‘Al sana televizyon, özlemişsindir.’

‘Bırak beni, gideyim!’

‘Sen itiraf edene kadar, birlikte televizyon izleyeceğiz.’

Akşam haberlerini açtım. Beş yüz lirayla yaşam mücadelesi veren ailenin acıklı hikayesi, İstanbul’da tinerci dehşeti, bonzai denen uyuşturucu madde, intihara yeltenen işsiz delikanlı… Ne yoğun gündem ama!

‘Onlarca yoksulluk haberi seyrettin, çözüm odaklı bir proje duydun mu?’

Cevap vermedi. Tiksinerek yüzüme baktı.

‘Bak Kamuran ağabey, ben ateist değilim. Sana şükretme demiyorum, Allah’a isyan et demiyorum. Ama camiide isyan, sandıkta da şükür olmaz. Açlık sınırı 1650 lira olmuş, delirtme beni, basbayağı yoksulsun ulan işte!’


‘Bizler mühim değiliz, devletimize zeval gelmesin.’

‘Ne devleti yahu! Sen yoksan devlet de yok!’

‘Devlet yoksa ben de yokum!’

‘Ahhhhh!’

Yalaktaki su azalmıştı. Kovayla takviye yaptım, bir bardak da kendime doldurdum, boğazım kurumuştu, yorulmuştum, başım dönüyordu. Televizyonda Nihat Hatipoğlu’nu görünce iskemle çektim. Baygın gözleriyle ulvi konuşmalarından birini yapıyor, halen neyin orucu bozup bozmadığını idrak edemeyen ümmete laf anlatıyordu. Ve ‘Şükredin.’ diyor, baygın bakışlarını fırlatıyordu, ‘Mülk Allah’ın’ diyor, baygın bakışlarını fırlatıyordu.

‘Konuşan şu sofu adam, ay sonunda 600 bin lirayı cukkalayacak. Sen hayatında 6 bini bir araya getirebildin mi?’

‘Hayır.’

‘Bak Kamuran ağabey, rahmetli Aziz Nesin demiş ki, ‘İnsanların bu kadar yoksul olduğu ortamda asıl utanılması gereken zengin olmaktır.’ Aziz Nesin’i bilir misin? Hani dincilerin Madımak’ta yakmaya kalktığı?’

‘Biliyorum.’

‘Ne olursun, gurur yapma. Utanacak bir şey yok. Yoksul olduğunu kabul et, röportajımı yapayım, cehennemin dibine gideyim, yoksulum de bana!’

su

‘Ahhhhhh dur ne olursun dur! Tamam, tamam, yoksulum bee!’

‘Bir daha söyle!’

‘Yoksulum!’

‘Bir daha söyle!’

‘Yoksulum!’

‘Yalan söylüyorsun!’

‘Ahhhh, boğuluyorum, yalvarırım bırak! Bokunu yiyim, bırak!’

Bin dereden su getirirken kendimi kaybettim. Kamuran’ı yalağın içine defalarca sokup çıkarttım. Bir kere daha! Bir kere daha! Saatlerce oksijensiz bıraktım onu. Tek istediğim; yoksul, mutsuz ve ezik olduğunu itiraf etmesiydi. Sakın beni suçlamayın, mutsuzdu, biliyorum! Yaşamayı bırakmış ölmeyi bekliyor ve devletin ideolojik aygıtına bakarak şükür ayinleri yapıyordu. 700 lirayla aile geçindirmeyi tahayyül edebilir misiniz? Daha da acısı hak ettiğinizin bu olduğuna tüm yüreğinizle inanabilir misiniz? Kamuran, emeğinin hakkını unutmuştu, bedenine yabancılaşmıştı. Oğullarına da aynı hayatı yaşatacaktı. Zavallı fakir çocukları… Fakir olduğunu söyleyemeyen fakir çocukları!

Ertesi gün yoksulluk haberlerinin arasına bir de cinayet sıkıştı. Kamuran Kocabaş isimli vatandaşı boğarak öldüren cani… Evet benim. Pişman değilim. Tek pişmanlığım, bilimsel araştırmamın yarım kalması. Eğer bir gün kapınızı çalarsam, lütfen geri çevirmeyin. Ve eğer açlık sınırının altında yaşıyorsanız, uzattığım mikrofona konuşun, size sunulan her fırsatı değerlendirin, beni cinnete getirmeyin. Tahminim on yıla kalmaz afla çıkarım. Gözlerinizden öpüyorum. Emeklerinizin karşılığını almanız dileklerimle.


3 Temmuz, 2014
Sincan Cezaevi.

Ankara hali: Çocuk işçiler, yoksulluk ve pislik


İsmail Pişer
İzmir’de doğdum, Denizli ve Eskişehir’de büyüdüm, Mersin ve Ankara’da okudum, Konya’da ve birçok şehirde yıllarımı geçirdim. Belki biraz göçebe ruhlu olduğumdan, kendimi hiçbir vilayete ait hissetmedim. Hepinizin aşina olduğu o boşluk duygusu, bana yazma tutkusu olarak sirayet etti. Bolca öykü ve deneme yazdım. Yazmak para kazandırmıyor çoğu zaman ama akıl sağlığı için gerçekten hayati olabiliyor.