Feminist bir yazı

Bu yazı, hasta ruhlara ve cinselliğinde saplı kalmış kirli zihinlere yazıldı… Cinsiyetsiz okunması, anlaşılmasını kolaylaştıracaktır…

kadın

Üzerine kitaplar yazılsa da; anlaşılması çok kolay olan varlıklarız biz kadınlar. Toplumda, konumlandırıldığımız yerin, erkekten sonra geliyor olması nedeniyle, birçok acılar yaşıyoruz hayatta.

Bir materyal gibi görülen, her türlü özgürlüğü sınırlandırılan ve git gide hayattan daha da soyutlaştırılmaya çalışılan biz kadınlar; başka bir pencereden bakıldığında, aslında birçok rengi bir arada sunabilecek canlılık’tayız…


Bir küçük maviden sonsuz bir gökyüzü çizebiliriz örneğin. Ya da bir yeşilden kocaman bir orman yaratabiliriz. Toplumsal baskı ile sindirilen olmasak; yürekten istediğimizde, her şeyi başarabilecek güçteyiz.

Bu zamana kadar birçok darbe aldı kadınlar. Dayak yediler, tecavüze uğradılar, sömürüldüler ve hatta öldürüldüler. Toplumdan dışlanma korkusu ile çoğu zaman yaşadıklarını itiraf bile edemediler.

Değer bilmez ellerde, hoyratça hırpalananlar oldu içlerinde. Küçük bir busenin daha çok yakışacağı pembe yanaklarında, tokat izi vardı bazılarının. Fiziksel acıdan çok, yürektendi acıları. Ağlamaları, sistemin beyinlerine kazıdığı ‘suçluluk’ duygusundandı.

Dünyaya yanlış türde geldiğini düşünerek, kadere lanet etti bazıları. Oysa kötü kaderleri yaratıcıdan değil, kadını değersiz gören sığ insanlardandı.  Erkek olsa; yolda yürürken, kirli gözleri üstünde hissetmeyecek, kirli ağızlardan dökülen cümleleri duymak zorunda kalmayacaktı. Öyle sınırsız bakışları vardı ki o gözlerin; bazı kadınlar o an, orada canını sonsuzluğa teslim etmekten korkmazdı.

Bakışlardan daha da ileri gidenler oldu cesurca. Bir dokunuşta hazzın doruğuna ulaşacağını düşünen eller, sallandı kadının kalçalarına hoyratça. Bir başkasının bedenine, izinsiz müdahale etme hakkını gördü sığ erkek kendinde. O güçlüydü, soyu farklıydı ve kendini temizleyebilirdi birçok anlamsız nedende. Kadın da; onu suçlayan erkek gibi kendini suçlamayı seçti. O saatte, orada olmamalıydı. Kadın, istediği an dışarı çıkamazdı, çıkmaması gerekirdi…

Tecavüze uğrayan bir çocuk, ‘kendi isteği ile ilişkiye girdi’ damgası yedi bu ülkede. Henüz kendi vücudunu keşfedememiş bir bedene, ‘sen de istedin’ dendi utanç duymadan. Hem çocukluğu alındı kızın elinden, hem de hayalleri. Sönen umutlarının küllerini kimse görmedi. Sustu çocuk… Diğer tüm hemcinsleri gibi sustu ve kabuğuna çekildi. Haykırmış olsa tüm gücüyle, sesini hangi yozlaşmamış yürek fark ederdi? Algılarını başkalarına teslim etmiş ruhlar, küçük bir kızın acısını hangi dilde duyabilirdi? Onda açılan bu yara, gelecekte herkesi etkileyecekti. Ancak, hiç kimse, o kızın topluma kattığı yarayı göremedi…


Kadına, ‘tecavüze uğrasan da, doğuracaksın bebeğini’ dendi dalga geçercesine. Söylendi ki; ‘sen bakmasan da biz bakarız senin bebeğine’. Rahatlamalı mıydı bilemedi kadın. Oysa yalnızca doğurmak mıydı zor olan ya da bakmak mıydı doğurduktan sonraki süreçte? Kadın, bedenine zorla zerk edilen canlıya alışabilecek miydi? Genlerine şifrelenen anne şefkati, onu kabullenmesine yetecek miydi?  Ve ona her baktığında, geçmişi hatırlamadan yaşayabilecek miydi? Kimse sormadı bunları kadına. Çünkü ne hissettiğini önemsemedi. Sonuçta bu konuları, kadından çok; onlar bilirdi!

Kırmızı ruj, tahrik edici bir unsur sayıldı kadın dudağında. Yasak getirildi hemen kırmızıya. Kırmızı, davetkar bir renkti kör beyinler için. Algısı kayık bir zihinde, bambaşka anlamlara bürünebilirdi. Peki; burada suçlu kimdi? Kırmızı ruj süren kadın mı, yoksa bir renkten tahrik olan garip beyin mi? Alışılmış bir şekilde, kadın suçlandı yine farksızca. Oysa bir rengi tahrik unsuru olarak görenler düşünmediler; nasıl dururdu kırmızı ruj, bir eşeğin dudağında!

Kadın zeki yaratılmıştı aslında. Korkulan bir tarafı da vardı üstelik güdüsel anlamda. Aklına koyduğu bir şeyi gerçekleştirmek kolaydı kadın için. Destek verilse, dünyayı değiştirebilirdi çok kısa zamanda. Kadın, baskılandı kendini güçlü gören erkek tarafından. Çünkü erkek, korktu toplumdaki konumunun sallanmasından. Ve kadın dokunuşunu katmaya çalıştığı her noktada, barikatlar buldu karşısında…

Bıkmadan, korkmadan ilerlemeyi seçmeli şimdi kadın. Kirli zihinlere, tüm asaletini şifreleyene kadar savaşmalı bu yolda. Her yaralı kadında görmeli kendi kadınlığını ve bir bütün olmalı diğer tüm kadınlarla. Bir başkasının komutlarıyla yaşamaktansa, özgürlüğüne kanat açmalı kadın. Yıllarca bastırılmış tüm kadınlar için haykırmalı gerçekliğini. Elinden alınmak istenilenleri, sımsıkı kavramalı ve bırakmamalı asla. Kadın olduğu için, her suçun sebebi görmemeli kendini. Ortak yaşamanın değerini anlatmalı her fırsatta.

Kendi gücünü keşfetmeli ve karşısında duran hasta ruhlara, şifasını zerk etmeli kadın.

Genlerine şifrelenen iyileştirici yönünü bilmeli kadın.


Eğitilmeli, eğitmeli kadın. Çünkü bir kadının eğittiği beyin, hasta bir ruha ev sahipliği yapmaz asla…

İz bırakan kadınlara adanmış filmler


Sibel İlgör
Yağmurlu bir Nisan gecesinde, umutla doğdu dünyaya... Bilginin asla yeterli olmayacağına inandı hep. Bir adım ötesi mutlaka vardı. Ve o; öteye geçmek için her zaman çabaladı... Gerçeğin ne olduğunu hala arıyor... Edindiği hiçbir gerçek, ona yeterli gelmiyor. Bu noktada; okuyor, yazıyor... Okur yazarlık en baş ilkesi... Ve varoluşunda; okunmadan ve üzerine düşünülmeden yazılan hiçbir cümlenin, güçlü olmayacağını düşünüyor!